17 Ocak 2017 Salı

Ömer Faruk Dönmez ve Mizah



Ömer Faruk Dönmez ismiyle ilk ne zaman karşılaştığımı çok iyi hatırlıyorum. Çok soğuk bir akşamüstüydü. Ankara için bile çok soğuk bir gündü yani, öyle söyleyeyim. Pek yayımlatamasam da, yazmaya çok meraklıydım o zamanlar. Bir dergide öykümün yayınlanması benim için muhteşem bir şey, insanoğlunun varıp varacağı en son noktaydı. Onun için de öykü dergileri alıyor, oradaki yazarların hikâyelerine “Hıımm, bakalım müstakbel arkadaşlarım benim kadar iyi yazabiliyorlar mı” gözüyle bakıyordum. İşte o gün Ankara’nın birahaneleriyle ünlü o caddesindeki kitapçıdan yine bir öykü dergisi alıp otobüs durağına geçmiştim. Otobüs beklerken dergiyi karıştırmaya başladım. Ömer Faruk Dönmez adı çarpınca gözüme, bu ismin bana tanıdık geldiği hissine kapıldım. Tabii ya, bu şey değil miydi? İstanbul’da İmam Hatip okurken üst sınıflardan bir abi vardı. Çok kitap okurdu, bu o olmalıydı. Evet, oydu kesinlikle. Demek ki çok kitap okumakla kalmamış yazmaya da başlamıştı. Helal olsun. Hem de ne güzel bir üslubu vardı. Aynı okuldan “iki tane” yazar çıkması müthiş bir rastlantıydı. İtiraf etmeliyim ki benden güzel yazıyordu. Ne ara geliştirmişti üslubunu böyle. Karısını öldürüyordu galiba öyküde. Yoksa öldürmüştü de onu mu anlatıyordu bize. Hikâyeden aklımda kalan sağlam mizahı ve yazarının dile hâkimiyetiydi.  


Sonra sonra Ömer Faruk Dönmez’le aynı dergide buluştuk. Kendisinin hiçbir zaman İstanbul’da okumadığını, Adana’da ikamet ettiğini, öğretmen olduğunu öğrendiğimde şaşırdığımı belli etmedim. Ömer Faruk Görmez ismindeki sevgili abimin İstanbul’da seyahat acentesi işlettiğinden haberdar olmam ise daha sonradır.
Biz o günlerde Ömer Faruk Dönmez ile yazışmaya başladık. Ben onun hakkında bir yazı yazmıştım, ya da yazımda ondan mı bahsetmiştim? Sonra o da bana bir teşekkür mesajı mı atmıştı? Bir hayranı olarak ondan mesaj almak beni çok sevindirmişti, hatırlıyorum. Uzun uzun yazmaya başladık birbirimize. Sonra sonra, ben ayıp ettim galiba. Adana’ya gidecek, onu ziyaret edecektim. Birlikte kebap yiyip, demli çaylar içecek, hayattan, edebiyattan, çok iyi yazarların yanında bazı ebleh yazarlardan, siyasetten konuşacaktık. Ben gidemedim. Sonra yazışmalarımız devam etti. Ancak seyrekleşti. Ama ben onun ne kadar önemli bir yazar olduğunu her yerde söylemeye devam ediyorum. Bir gün yüz yüze görüşeceğimizin umudunu içimde hep taşıyorum.

Ömer Faruk Dönmez benim için Türkçe’de okuduğum en iyi paragraflardan pek çoğunun yazarıdır. Hem adı hem de değeri az bilenen bir yazardır o. Edebiyat hocam olmasını ne kadar isterdim. Öğrencilerine Bu Ülke’yi okutan bir öğretmen... Benim lise hocalarım ise “giriş-gelişme-sonuç”a kafayı takmış, edebiyattan nasipsiz adamlardı. Ah hocalarım, Beş Hececiler kimdir (OFHEY dize ezberlemiştim) diye soracağınıza bir Tanpınar kitabı okuyana 5 (beş) verseniz de hamamın namusunu bir parça kurtarsaydınız…


Şöyle bir sahne: Ömer Faruk Hoca dersten çıkmış koridorda yürüyor. Arkasından bir öğrenci koşup yetişiyor. Hocam Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mizahını konuşmak isterim sizle diyor. Hoca gülümseyerek derslerden sonra dışarıda buluşup konuşalım diyor.

Onlardan yüzlerce kilometre ötede, Ankara’da, Keçiören’de ben öylesine maillerime bakarken “Ömer Faruk Dönmez mizahı hakkında bir yazı yazabilir misiniz?” diyen bir mesaj görüyorum mail kutumda. Yazmam diyemiyorum. Bana çok ayıp geliyor bu. Yazmaya çalışırım elbette ki. Ama ne yazarım?

Cemal Süreya’nın günlüklerinde okumuştum. Bir adam Aziz Nesin’in mizahı hakkında bir yazı yazmış bir dergide. Yazar Nesin’in sanatını alegorik öğelere bağlıyormuş. Ne var ki Cemal Süreya’ya göre Aziz Nesin’in yazarlığında alegori pek bir yer tutmazmış. Yine aynı adama göre Aziz Nesin yalınlaştırma yöntemiyle çalışıyormuş. Süreya ise Nesin’in yalınlaştırıcı değil zaten yalın bir yazar olduğunu söylüyor. Biraz da adamcağızla kafa buluyor. Yine aynı günlükte okuduğuma göre Turgut Uyar’ın şiirlerini çok seven, ama onu yanlış konumlandıran, yanlış anlayan bir vatandaş varmış. Uyar, o adamdan çok sıkılırmış.

Kıssalardan hisseler almak lazım, nasiplenmek. Ben onun için çok günlük okur, çantamda her zamanda bir hatırat kitabı taşırım. Ama bazen gene de haddimi bilmediğim zamanlar olur.
Mizah bir kere akıllı adamın, kafası zehir gibi olanların harcıdır. Her sağlam mizahçı sağlam bir zekâya sahiptir, ama tersi her zaman doğru değildir. Çünkü mizah biraz da vergidir. Sonradan mizahınızı geliştirebilirsiniz ama mizahla aranız hiç yoksa, siz o işlerin adamı değilseniz, kafanız ona göre çalışmıyorsa okuyarak, çalışarak, temrinler yaparak sağlam bir mizah tutturamazsınız.
Mizah bir mücadele, bir baş etme yöntemi. Şapşal erkeklerle, şapşal kadınlarla, kifayetsiz oldukları halde ihtirası dağları tutan adamlarla, ruh hastası amirlerle, hayatı size dar eden sistemle, siyasilerle vs. mizahla mücadele edersiniz. Bazen kıyıcı, bazen çok da acıtıcı olup pişman da olabilirsiniz ama bu sizi boğulmaktan kurtaran bir can simididir.

Bir yazıda, bir sözde neler olursa o mizahtır derseniz tam anlatamayabilirim. Ama neyin mizah olmadığını biliyorum.

Fıkralar, ah o fıkralar genelde komik değildir. İnsanlar, harika dostumuz Holden Caulfield’in deyimiyle, gülünç bile olmayan şeylere sırtlanlar gibi gülerler. İnsanların çok güldüğü, haykırarak güldüğü şeyler komik değildir. Bel altı espriler hiç komik değildir. Dave Barry üstadımız da bunu doğrulamakta. Mesela Hilmi Yücebaş’ın Türk Mizahçıları diye bir kitabı var. Onu edinip neyin mizah olmadığı hakkında epey fikir sahibi olabilirsiniz. Ya da, almayın ben size hediye ederim.
Mizah biraz ince olmalıdır kanımca. Şaşırtıcı olmalı. Kör kör gözüm parmağına olmamalı. Yazanın/yapanın zekâsına hayran bırakmalı. Tıpkı Ömer Faruk Dönmez’in mizahı gibi yani. Dönmez’in mizahı salt komik olmakla kalmaz, yazarın kelimelerle oynayışına, kelimelerin farklı anlamlarını buluşuna/görüşüne hayran bıraktırır.

Mizah sadece komik olmak için de yapılmaz. En basit espri bile bir derdinizin dışa vurumudur. Dönmez’in mizahında klişelerle, dünyaya ve kendilerine olduğundan fazla değer biçen ahmaklarla mücadele vardır. Bazen çok kıyıcıdır, yerin dibine sokar o insanları. Ama hak ediyorlardır. Ancak en nihayetinde bu edebiyattır. Zaten o insanların yüzüne söyleyemeyeceğiniz için edebiyatı, mizahı bir araç olarak kullanırsınız. Yoksa insan çıldırır değil mi…


Bir hikâye yazarken kafanızda genellikle bir kurgu vardır. Ama hangi cümlelerle öyküyü çatacağınız noktasında en büyük düsturunuz “kervan yolda düzülür”dür. Ömer Faruk Dönmez öykülerini okurken (Bu yazıda yazarın Hep Aynı Hikâye adlı kitabını temel alarak konuşuyorum) yazarın bir cümleyi yazdıktan sonra o cümledeki-durumdaki mizahı ve kinayeleri görüp dayanamayarak ardı ardına espriler yaptığını görüyoruz. Bu da yazarın Türkçeyi çok iyi bilip kullandığını, mizahın onda bir kişilik ve yazarlık özelliği olduğunu gösteriyor.

Ömer Faruk Dönmez’in mizahında benim gözlemime göre Oğuz Atay ve Tanpınar esintileri vardır (Esinlenmeleri değil. Kaldı ki esinlenme kötü bir şey değildir). Yazarımızın bu edipleri sevdiğini, fazlasıyla okuduğunu hissediyoruz. Zaten sevdiğiniz yazarları onlarca kez okursunuz. Onların duyarlılıkları, cümleleri, bazı kelimeleri ruhunuzda, bilinçaltınızda dolanır durur. Bazen üslubunuz onlara kayar. Ama bundan kıvanç bile duyarsınız. Nihayetinde üstadınızdır onlar.

Ömer Faruk Dönmez sonraki kitaplarında “Hep Aynı Hikaye”den farklı bir yere evrildi. Daha derdi olan şeyler yazmaya başladı.  Derdini daha fazla açık etti, daha doğrusu. Ama bunu yaparken sanatından ödün vermedi. Çünkü hep böyle gitmezdi. Allah vergisi bir yeteneği vardı ve bunu sadece sanat olsun diye, ya da kendini tatmin vasıtası olsun diye kullanmak olmazdı. “Yazdıklarım okuyanlara Allah’ı hatırlatmıyorsa son kertede malayanidir” diye düşünmüş de olabilir, bilmiyorum. Ben bunları Ömer Faruk Dönmez ile konuşmadım. Sadece çıkarımlarım bu yönde. Belki yanlış yorumluyor da olabilirim. Sanatında mesaja yer vermeliydi. Öyküde mesaj olmaz diyenlerin dolma yuttuklarını düşünüyordu. Yazısındaki mesajların artması onun manevi ilerlemesine-bu yöndeki gayretlerine, olgunlaşmasına, dinginleşmesine işaret ediyor. 

Son olarak şunu söyleyeyim. Ömer Faruk Dönmez’in “Ortaya Karışık” adlı hikâyesini açın, okuyun. Orada sanatının pek çok yönünü göreceksiniz. Dili nasıl kullandığına hayretle şahit olacak, mizahının ne denli zekice ve eğlendirici olduğunu görecek, sanattan ödün vermeden nasıl mesaj verilir, nasıl bir fikir tartışması yapılır onu gözlemleyeceksiniz.  

Salih Kılınç
Aşkar Dergisi
Ekim Kasım Aralık 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder