Sonra sonra Ömer Faruk Dönmez’le aynı dergide buluştuk.
Kendisinin hiçbir zaman İstanbul’da okumadığını, Adana’da ikamet ettiğini,
öğretmen olduğunu öğrendiğimde şaşırdığımı belli etmedim. Ömer Faruk Görmez
ismindeki sevgili abimin İstanbul’da seyahat acentesi işlettiğinden haberdar
olmam ise daha sonradır.
Biz o günlerde Ömer Faruk Dönmez ile yazışmaya başladık. Ben
onun hakkında bir yazı yazmıştım, ya da yazımda ondan mı bahsetmiştim? Sonra o
da bana bir teşekkür mesajı mı atmıştı? Bir hayranı olarak ondan mesaj almak
beni çok sevindirmişti, hatırlıyorum. Uzun uzun yazmaya başladık birbirimize. Sonra
sonra, ben ayıp ettim galiba. Adana’ya gidecek, onu ziyaret edecektim. Birlikte
kebap yiyip, demli çaylar içecek, hayattan, edebiyattan, çok iyi yazarların
yanında bazı ebleh yazarlardan, siyasetten konuşacaktık. Ben gidemedim. Sonra
yazışmalarımız devam etti. Ancak seyrekleşti. Ama ben onun ne kadar önemli bir
yazar olduğunu her yerde söylemeye devam ediyorum. Bir gün yüz yüze
görüşeceğimizin umudunu içimde hep taşıyorum.
Ömer Faruk Dönmez benim için Türkçe’de okuduğum en iyi
paragraflardan pek çoğunun yazarıdır. Hem adı hem de değeri az bilenen bir
yazardır o. Edebiyat hocam olmasını ne kadar isterdim. Öğrencilerine Bu Ülke’yi
okutan bir öğretmen... Benim lise hocalarım ise “giriş-gelişme-sonuç”a kafayı
takmış, edebiyattan nasipsiz adamlardı. Ah hocalarım, Beş Hececiler kimdir
(OFHEY dize ezberlemiştim) diye soracağınıza bir Tanpınar kitabı okuyana 5
(beş) verseniz de hamamın namusunu bir parça kurtarsaydınız…
Şöyle bir sahne: Ömer Faruk Hoca dersten çıkmış koridorda
yürüyor. Arkasından bir öğrenci koşup yetişiyor. Hocam Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
mizahını konuşmak isterim sizle diyor. Hoca gülümseyerek derslerden sonra
dışarıda buluşup konuşalım diyor.
Onlardan yüzlerce kilometre ötede, Ankara’da, Keçiören’de ben
öylesine maillerime bakarken “Ömer Faruk Dönmez mizahı hakkında bir yazı
yazabilir misiniz?” diyen bir mesaj görüyorum mail kutumda. Yazmam diyemiyorum.
Bana çok ayıp geliyor bu. Yazmaya çalışırım elbette ki. Ama ne yazarım?
Cemal Süreya’nın günlüklerinde okumuştum. Bir adam Aziz
Nesin’in mizahı hakkında bir yazı yazmış bir dergide. Yazar Nesin’in sanatını
alegorik öğelere bağlıyormuş. Ne var ki Cemal Süreya’ya göre Aziz Nesin’in
yazarlığında alegori pek bir yer tutmazmış. Yine aynı adama göre Aziz Nesin
yalınlaştırma yöntemiyle çalışıyormuş. Süreya ise Nesin’in yalınlaştırıcı değil
zaten yalın bir yazar olduğunu söylüyor. Biraz da adamcağızla kafa buluyor.
Yine aynı günlükte okuduğuma göre Turgut Uyar’ın şiirlerini çok seven, ama onu
yanlış konumlandıran, yanlış anlayan bir vatandaş varmış. Uyar, o adamdan çok
sıkılırmış.
Kıssalardan hisseler almak lazım, nasiplenmek. Ben onun için
çok günlük okur, çantamda her zamanda bir hatırat kitabı taşırım. Ama bazen
gene de haddimi bilmediğim zamanlar olur.
Mizah bir kere akıllı adamın, kafası zehir gibi olanların
harcıdır. Her sağlam mizahçı sağlam bir zekâya sahiptir, ama tersi her zaman
doğru değildir. Çünkü mizah biraz da vergidir. Sonradan mizahınızı
geliştirebilirsiniz ama mizahla aranız hiç yoksa, siz o işlerin adamı
değilseniz, kafanız ona göre çalışmıyorsa okuyarak, çalışarak, temrinler
yaparak sağlam bir mizah tutturamazsınız.
Mizah bir mücadele, bir baş etme yöntemi. Şapşal erkeklerle,
şapşal kadınlarla, kifayetsiz oldukları halde ihtirası dağları tutan adamlarla,
ruh hastası amirlerle, hayatı size dar eden sistemle, siyasilerle vs. mizahla
mücadele edersiniz. Bazen kıyıcı, bazen çok da acıtıcı olup pişman da
olabilirsiniz ama bu sizi boğulmaktan kurtaran bir can simididir.
Bir yazıda, bir sözde neler olursa o mizahtır derseniz tam
anlatamayabilirim. Ama neyin mizah olmadığını biliyorum.
Fıkralar, ah o fıkralar genelde komik değildir. İnsanlar,
harika dostumuz Holden Caulfield’in deyimiyle, gülünç bile olmayan şeylere
sırtlanlar gibi gülerler. İnsanların çok güldüğü, haykırarak güldüğü şeyler
komik değildir. Bel altı espriler hiç komik değildir. Dave Barry üstadımız da
bunu doğrulamakta. Mesela Hilmi Yücebaş’ın Türk Mizahçıları diye bir kitabı
var. Onu edinip neyin mizah olmadığı hakkında epey fikir sahibi olabilirsiniz.
Ya da, almayın ben size hediye ederim.
Mizah biraz ince olmalıdır kanımca. Şaşırtıcı olmalı. Kör kör
gözüm parmağına olmamalı. Yazanın/yapanın zekâsına hayran bırakmalı. Tıpkı Ömer
Faruk Dönmez’in mizahı gibi yani. Dönmez’in mizahı salt komik olmakla kalmaz,
yazarın kelimelerle oynayışına, kelimelerin farklı anlamlarını buluşuna/görüşüne
hayran bıraktırır.
Mizah sadece komik olmak için de yapılmaz. En basit espri
bile bir derdinizin dışa vurumudur. Dönmez’in mizahında klişelerle, dünyaya ve
kendilerine olduğundan fazla değer biçen ahmaklarla mücadele vardır. Bazen çok
kıyıcıdır, yerin dibine sokar o insanları. Ama hak ediyorlardır. Ancak en
nihayetinde bu edebiyattır. Zaten o insanların yüzüne söyleyemeyeceğiniz için
edebiyatı, mizahı bir araç olarak kullanırsınız. Yoksa insan çıldırır değil mi…
Bir hikâye yazarken kafanızda genellikle bir kurgu vardır.
Ama hangi cümlelerle öyküyü çatacağınız noktasında en büyük düsturunuz “kervan
yolda düzülür”dür. Ömer Faruk Dönmez öykülerini okurken (Bu yazıda yazarın Hep
Aynı Hikâye adlı kitabını temel alarak konuşuyorum) yazarın bir cümleyi
yazdıktan sonra o cümledeki-durumdaki mizahı ve kinayeleri görüp dayanamayarak
ardı ardına espriler yaptığını görüyoruz. Bu da yazarın Türkçeyi çok iyi bilip
kullandığını, mizahın onda bir kişilik ve yazarlık özelliği olduğunu
gösteriyor.
Ömer Faruk Dönmez’in mizahında benim gözlemime göre Oğuz Atay
ve Tanpınar esintileri vardır (Esinlenmeleri değil. Kaldı ki esinlenme kötü bir
şey değildir). Yazarımızın bu edipleri sevdiğini, fazlasıyla okuduğunu
hissediyoruz. Zaten sevdiğiniz yazarları onlarca kez okursunuz. Onların
duyarlılıkları, cümleleri, bazı kelimeleri ruhunuzda, bilinçaltınızda dolanır
durur. Bazen üslubunuz onlara kayar. Ama bundan kıvanç bile duyarsınız.
Nihayetinde üstadınızdır onlar.
Ömer Faruk Dönmez sonraki kitaplarında “Hep Aynı Hikaye”den farklı
bir yere evrildi. Daha derdi olan şeyler yazmaya başladı. Derdini daha fazla açık etti, daha doğrusu.
Ama bunu yaparken sanatından ödün vermedi. Çünkü hep böyle gitmezdi. Allah
vergisi bir yeteneği vardı ve bunu sadece sanat olsun diye, ya da kendini
tatmin vasıtası olsun diye kullanmak olmazdı. “Yazdıklarım okuyanlara Allah’ı
hatırlatmıyorsa son kertede malayanidir” diye düşünmüş de olabilir, bilmiyorum.
Ben bunları Ömer Faruk Dönmez ile konuşmadım. Sadece çıkarımlarım bu yönde. Belki
yanlış yorumluyor da olabilirim. Sanatında mesaja yer vermeliydi. Öyküde mesaj
olmaz diyenlerin dolma yuttuklarını düşünüyordu. Yazısındaki mesajların artması
onun manevi ilerlemesine-bu yöndeki gayretlerine, olgunlaşmasına, dinginleşmesine
işaret ediyor.
Son olarak şunu söyleyeyim. Ömer Faruk Dönmez’in “Ortaya
Karışık” adlı hikâyesini açın, okuyun. Orada sanatının pek çok yönünü
göreceksiniz. Dili nasıl kullandığına hayretle şahit olacak, mizahının ne denli
zekice ve eğlendirici olduğunu görecek, sanattan ödün vermeden nasıl mesaj
verilir, nasıl bir fikir tartışması yapılır onu gözlemleyeceksiniz.
Salih Kılınç
Aşkar Dergisi
Ekim Kasım Aralık 2015


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder