16 Haziran 2017 Cuma

Hamza: İçimizden Biri!



Modern dünyanın göbeğine düşmüş; düşmüşlüğünün farkına varmış, düşünen bir genç Hamza. 21 yaşında üniversite sınavlarına hazırlanan ve 4 kez üniversite sınavından mağlûbiyetle ayrılan Hamza sonraki senesinde İstanbul'da bir üniversiteye kapak atmıştır. Hamza'nın üniversite sınavını 4 sene boyunca kazanamaması onun zekâsına ayna tutmuyor kıymetli okuyucu. Bilâkis Hamza öyle zeki, meselelere öyle vâkıf ki, bizi kendine hayran bıraktırıyor.

Hamza, dert sahibi. Dertli Hamza'nın sözlerine kulak verdiğinizde belki güleceksiniz; ama en çok düşüneceksiniz.


Bir Mevzisi Yoksa İnsan Niye Yaşar ki?


Sıkça sorulan soruları doğru konumlandırmak, yeni sorular doğurma zahmetinden kurtarır bizi. O halde soralım yine hiç sıkılmadan: Hikâye neyin anlatıcılığını yapar? Varlığını nereye yaslar?

“Ne”, “nasıl”ı belirler. Ne anlatıyorsak öyle anlatırız. Başka bir ifadeyle, niyet eylemi etkiler, muhteva üslubu. Anlatacağımız eğer modern dünyanın sıkışık hayatları ise, ona uygun bir dil geliştirmek mecburiyetindeyiz doğal olarak. Renk, soluktur günümüz hikâyesinde; ses uzaktan uzaktan gelir. Bir mühendis titizliğinde örülmüş bir yalnızlık vardır orada, soğuk ve hesap edilmiş.

Bir taraftan lügatlere giren kafkaesk kavramı, çağrıştırdığı anlam ve buna uygun bir dil; öbür tarafta tevekkül, iman ve neşe kültüründen kopmayan insanların sürdürdüğü berrak yaşantı.

"Beni sen mahvettin Sartre"



"Geçip denizi gören bir kahveye oturduk. Beni sen mahvettin Sartre dedim. Sakin ol bayım dedi; hiç olduğunu fark et. Peki sonra? Sonrası hakkında fikri yokmuş iyi mi. İçimdeki okyanusta dalgalar kabardı. Sartre bana bir pipo armağan etti. Önce almak istemedim ama... Kırmamak için aldım. 

Fener yine mi mağlup olmuş dedi Sartre. Saçmalama dedim. Bu bizi ilgilendirmez. Kendimi söke söke alacağım bu insanlardan dedim. Sen bilirsin ben karışmam dedi. Zaten hükümetle de arası pek yokmuş. Yıllar sonra Paris'te buluşmak üzere sözleştik. Bildiği bir lokanta varmış, harika yemek yapıyormuş adamlar. El sıkıştık aceleyle. Uçağı kaçırmak üzere olduğunu söyleyerek çayını bile bitirmeden gitti."

Hep Aynı Hikâye

10 Haziran 2017 Cumartesi

“Neye bozdunuz o vakit mubarek orucunuzu" yahut Kast-ı Mahsus Hikâyesi




15 Ramazan 1428

Sofraya kuruldular ki mükellef bir sofra idi. Tam yüz kırk dört niyetli mürid oturmuş akşam ezanının okunmasını bekliyordu.

Şeyh efendi “bismillah” dedi, uzattı elini hurmaya ki henüz vakit tamam değildi. İhvan şöyle bir deprendi yerinde amma edep ya hu. Kimin haddine söylemek. Hurmanın üstüne bir de su içti ki kana kana. Müridler yutkundular kıpırdandılar amma ve lakin mırıldanmadılar bile.  

“Haydin bismillah” dedi Şeyh efendi, yemeği işaret etti. İhvan besmele çekip davrandılar. Hurmadan. Sudan. Ekmekten. Zeytinden. Karınlarını doyurmaya başladılar. Derken akşam ezanı okundu.

“Bilir miydiniz akşamın girmediğini” dedi Şeyh.

“Bilirdik” dediler.

“Neye bozdunuz mubarek orucunuzu o vakit” dedi Şeyh.  Sükût eylediler.

Şeyh bir daha sordu: “Neye bozdunuz o vakit mubarek orucunuzu?!”

Elli yaşında ve dahi otuz beş senelik bir mürid soluğunu aldı içine, “sen bozdun diye bozduk” dedi. Öbürleri kafalarını salladılar.

Şeyh efendi dedi ki “ben kast-ı mahsusla ve de taammüden ve de bir hikmete binaen orucumu bozdum ve dahi altmış bir gün kefaretim vardır. Sizinse tecdid-i iman eylemeniz gerekir zira masiyette itaat olmaz ve de şeriatsız tarikat olmaz.”

Bir Yobazın Günlüğü