15 Temmuz 2017 Cumartesi

"Yerdekiler göktekilerin kanununu unutunca karıştı koca dünya"

“Yerdekiler göktekilerin kanununu unutunca karıştı koca dünya. Hey gidi koca dünya.
Bazen diyorum ki bizim kafamızı neden böyle ıvır zıvır şeylerle dolduruyorlar? Sonra hemen buluyorum cevabı: Sürekli bunlarla meşgul olan bir genç, şunları düşünemez: Ulan bizi kim yönetiyor, nasıl yönetiyor, sömürülüyor muyuz, emperyalizm nedir, modernizm nedir, çağdaşlaşıyoruz derken yozlaşıyor muyuz vesaire…”
Ya da şu alıntıyla başlatırsam yazıyı daha kolay mı olur hangi kitaptan bahsettiğimin anlaşılması?
“Ders çalışadursun Hamza;
Yerle bir oldu Gazze.
Test çözmeyi biliriz fakat
Cihadı öğretmediler bize.”

Bir yerden hatırladınız değil mi? En az bir kere bir sosyal medya sitesi üzerinden okumuşsunuzdur bu satırları. Benim çok sık rastladığım satırların sahibi Ömer Faruk Dönmez ve düşüncelerini bu kitapta onun aracılığıyla söylediği biricik kahramanı Hamza’yla tanışalım istedim bu sefer, yazarının diliyle söyleyecek olursam “işte karşımızda Hah ha Hamza!”

“Sorsam. Acaba herkes nereye gidiyor? Nereden biliyorlar nasıl yaşanacağını…

  

“Sorsam. Acaba herkes nereye gidiyor? Nereden biliyorlar nasıl yaşanacağını… Kimse şaşırmıyor. Tek şaşkın benim anlaşılan. Kimse günün bir saatinde, birdenbire, ne yapması gerektiğini unutuvermiyor. Kimse de şöyle usulca yanıma sokulup, şimdi ne yapacağım, demiyor. Oysa ben… Öyle isterdim ki birine bu soruyu sorabilmeyi: Şimdi ne yapacağım abi, ha?”  

Hamza

16 Haziran 2017 Cuma

Hamza: İçimizden Biri!



Modern dünyanın göbeğine düşmüş; düşmüşlüğünün farkına varmış, düşünen bir genç Hamza. 21 yaşında üniversite sınavlarına hazırlanan ve 4 kez üniversite sınavından mağlûbiyetle ayrılan Hamza sonraki senesinde İstanbul'da bir üniversiteye kapak atmıştır. Hamza'nın üniversite sınavını 4 sene boyunca kazanamaması onun zekâsına ayna tutmuyor kıymetli okuyucu. Bilâkis Hamza öyle zeki, meselelere öyle vâkıf ki, bizi kendine hayran bıraktırıyor.

Hamza, dert sahibi. Dertli Hamza'nın sözlerine kulak verdiğinizde belki güleceksiniz; ama en çok düşüneceksiniz.


Bir Mevzisi Yoksa İnsan Niye Yaşar ki?


Sıkça sorulan soruları doğru konumlandırmak, yeni sorular doğurma zahmetinden kurtarır bizi. O halde soralım yine hiç sıkılmadan: Hikâye neyin anlatıcılığını yapar? Varlığını nereye yaslar?

“Ne”, “nasıl”ı belirler. Ne anlatıyorsak öyle anlatırız. Başka bir ifadeyle, niyet eylemi etkiler, muhteva üslubu. Anlatacağımız eğer modern dünyanın sıkışık hayatları ise, ona uygun bir dil geliştirmek mecburiyetindeyiz doğal olarak. Renk, soluktur günümüz hikâyesinde; ses uzaktan uzaktan gelir. Bir mühendis titizliğinde örülmüş bir yalnızlık vardır orada, soğuk ve hesap edilmiş.

Bir taraftan lügatlere giren kafkaesk kavramı, çağrıştırdığı anlam ve buna uygun bir dil; öbür tarafta tevekkül, iman ve neşe kültüründen kopmayan insanların sürdürdüğü berrak yaşantı.

"Beni sen mahvettin Sartre"



"Geçip denizi gören bir kahveye oturduk. Beni sen mahvettin Sartre dedim. Sakin ol bayım dedi; hiç olduğunu fark et. Peki sonra? Sonrası hakkında fikri yokmuş iyi mi. İçimdeki okyanusta dalgalar kabardı. Sartre bana bir pipo armağan etti. Önce almak istemedim ama... Kırmamak için aldım. 

Fener yine mi mağlup olmuş dedi Sartre. Saçmalama dedim. Bu bizi ilgilendirmez. Kendimi söke söke alacağım bu insanlardan dedim. Sen bilirsin ben karışmam dedi. Zaten hükümetle de arası pek yokmuş. Yıllar sonra Paris'te buluşmak üzere sözleştik. Bildiği bir lokanta varmış, harika yemek yapıyormuş adamlar. El sıkıştık aceleyle. Uçağı kaçırmak üzere olduğunu söyleyerek çayını bile bitirmeden gitti."

Hep Aynı Hikâye

10 Haziran 2017 Cumartesi

“Neye bozdunuz o vakit mubarek orucunuzu" yahut Kast-ı Mahsus Hikâyesi




15 Ramazan 1428

Sofraya kuruldular ki mükellef bir sofra idi. Tam yüz kırk dört niyetli mürid oturmuş akşam ezanının okunmasını bekliyordu.

Şeyh efendi “bismillah” dedi, uzattı elini hurmaya ki henüz vakit tamam değildi. İhvan şöyle bir deprendi yerinde amma edep ya hu. Kimin haddine söylemek. Hurmanın üstüne bir de su içti ki kana kana. Müridler yutkundular kıpırdandılar amma ve lakin mırıldanmadılar bile.  

“Haydin bismillah” dedi Şeyh efendi, yemeği işaret etti. İhvan besmele çekip davrandılar. Hurmadan. Sudan. Ekmekten. Zeytinden. Karınlarını doyurmaya başladılar. Derken akşam ezanı okundu.

“Bilir miydiniz akşamın girmediğini” dedi Şeyh.

“Bilirdik” dediler.

“Neye bozdunuz mubarek orucunuzu o vakit” dedi Şeyh.  Sükût eylediler.

Şeyh bir daha sordu: “Neye bozdunuz o vakit mubarek orucunuzu?!”

Elli yaşında ve dahi otuz beş senelik bir mürid soluğunu aldı içine, “sen bozdun diye bozduk” dedi. Öbürleri kafalarını salladılar.

Şeyh efendi dedi ki “ben kast-ı mahsusla ve de taammüden ve de bir hikmete binaen orucumu bozdum ve dahi altmış bir gün kefaretim vardır. Sizinse tecdid-i iman eylemeniz gerekir zira masiyette itaat olmaz ve de şeriatsız tarikat olmaz.”

Bir Yobazın Günlüğü

18 Mart 2017 Cumartesi

“Bizim Tufanımız da Modernizm'miş”


Bünyamin Dinç, Afâk dergisinin 4. sayısında Ömer Faruk Dönmez'le bir söyleşi gerçekleştirdi.


Sistemin put üreticileri olan ‘sekülarizm, modernizm, emperyalizm, kapita­lizm’ gibi kavramların size çağrış­tırdığı anlamlar nelerdir?



So­runun cevabı içinde: “Sistemin put üreticileri” demişsiniz. Bunlar çağdaş dinler; yeni putlar, sah­te tanrılar üretiyorlar. Anladığım kadarıyla, soru, kavramların tarihsel arka planı hakkında bilgi almak için sorulmuyor. İsteyen o konuları kaynaklarından araş­tırır, öğrenir. Bu kavramlar hangi yüzyılda, nerde doğmuştur, bize nasıl intikal etmiştir, bu, işin diğer tarafı. 
Fakat şu nokta çok önem­li: Bugün kime sorsanız, emper­yalizme karşıyım diyecektir. Sokaktan bir adam çevirip sorsak, kapitalizme karşı olduğunu söy­leyecektir. Ancak modernizmin bu iki kavramla olan ilgisi, çoğu zaman ihmal ediliyor. Ülkemizde birtakım insanlar, emperyalizme ve kapitalizme karşı oldukları hal­de; modernizme karşı durmuyor­lar. Hatta genel itibarla uygarlığın ve çağdaşlığın çok önemli şeyler olduğunu, gelişme ve ilerleme­nin lüzumunu anlatıyorlar bize. Burada, kelimeyi sevmiyorum ama, bir ‘paradigma’ problemi var. Modernizmi savunduğunuz an, zaten emperyalizmi ve kapitalizmi de kabullenmiş oluyor­sunuz oysa. Bu nokta gözlerden kaçırılmak isteniyor.

Ölü Bir Yazar Ne Anlatır?


Manifesto!
Cafcaf dergisinde ‘sanatsevicileri’ çok kızdıracak bir yazı okudum. Tabi buna yalnızca ‘yazı’ demeye çekiniyorum: Bir manifesto! Henüz bitmemiş bir hikaye hakkında bir değerlendirme yazmanın da riskleri var tabi. Ama buna değeceğine inanıyorum.

Ölü ve korkusuz!
Ömer Faruk Dönmez Cafcaf dergisinin 46. sayısında, “Ölü Bir Yazarın Anlattıkları” adlı bir hikâyeye başladı. Dünya’dan göç edip, öbür âlemden haberler getiren bir hikâye. Zeki okuyucuların anlayacağı üzere, aslında bu haberlere diğer âlemin karanlık noktalarına dünyadan ışık tutulmuş; yazar da bunları göz önüne alıp, sanki öteki dünyadan bize konuşuyormuş gibi yapmaktadır. Bu hikâye serisinin ilkinde niyetini şöyle açıklıyor ölü yazarımız; ‘dünyalı bir yazarın kaygıları, korkuları olabilir; ancak ölü bir yazar olarak, dünyaya dair ne gibi bir korkum olabilir ki benim?’ Onun için bize bazı bildiklerini açıkça anlatmaya geldiğini söylüyor.

Yusuf suresini fehmetmeye niyetlenmiş



Yazdıklarıyla arada bir Müslümanların zihinlerini tırtıklayan bir yazar. “Nasıl yaşıyorsunuz?” davetiyesiyle değil de daha çok “Müslüman böyle yaşamalı” tebliğiyle okurlarını rahatsız eden bir yazar o. Kimden mi bahsediyorum? Ömer Faruk Dönmez’den tabii ki.

Bu sefer kütüphanemize Ölü Bir Yazarın Anlattıkları isimli kitabıyla konuk oluyor yazar. Ölü bir yazardan nasıl konuk olur demeyin lütfen. En olmaz temalı filmleri izlemek için sinemalarda kuyruk oluşturanları bilmiyorum sanmayın. O sebeple kimse ses etmesin ve ölü bir yazarın “öte taraf”tan bize neler yazabildiğine dikkat kesilelim.

Sizi hapsediyorum ey insanlar!


Beni buraya kapattılar çünkü saçmaladıklarını söylüyorum. Rahatlarını bozuyorum. Alışmadıkları şeyler yapmalarını istiyorum. Hayatlarına sövüyorum.

Kaçık olduğumu düşünüyorlar. Kaçık olan kendileri.

O halde şimdi yeni bir karar alıyorum: buradan kaçmak için plan yapmaktan vazgeçtim.

Bunun yerine yine ters bir şey yapacağım ve herkesi bu deliğin dışına hapsedeceğim.

Sizi hapsediyorum ey insanlar!

Beni tıktığınız bu deliğin dışına hapsediyorum sizi!

Orda ne haliniz varsa görün!
 
"Kaçık"
Hep Ayı Hikâye

8 Mart 2017 Çarşamba

Yobaz da olsa derviş de olsa sorguluyor!


Daha önce Hamza’sı ve Bir Yobazın Günlüğü ile kendisinden haberdar olduğum Ömer Faruk Dönmez’in Dervişan’ını okuyunca diğerlerindeki benzer heyecanı hissettiğimi söylemeden edemem. Özellikle bu toprakları, bu toprakların dertli insanlarını anlatan her eser benim için önemlidir. Hele bunu öyküde coşkulu bir dille ortaya koyan bir eser ayrı bir öneme sahiptir.

İnsanlar arasında sahih hukuk bir gün yeniden oluşabilir

Ömer Faruk Dönmez’in İz Yayıncılık’tan çıkan bu yeni öykü kitabı da Anadolulu üç gencin (ki bu gençler medreseden ve tekkeden arkadaş üç genç) yıllar sonra medresede yeniden buluşmalarını konu ediniyor. Dervişan, birbirinin devamı olan üç hikâyeden oluşuyor:Abdullah, Hüseyin ve Zahid… Bu üç arkadaş aynı medrese bahçesinde çocukluğunu geçirmiş ama kaderin sevkiyle Yûnus misali memlekete dağılmış, sonunda kader yine bir sebeple onları tekkede buluşturmuş.

Ömer Faruk Dönmez, ilk hikâye olan Abdullah’ın hikâyesinde köye yerleşerek doğaya dönmeye çalışan doktoralı bir köy imamının yaşadıklarını anlatıyor. Bu bölümde toplumcu gerçekçi romancıları ve hikâyecileri eleştiren Dönmez, köylü kurnazlığı üzerinden de insan zaaflarını müthiş bir şekilde anlatıyor.

Bu bir inlemedir kardeşlerim!


Bütün kitaplarını okuduğum Ömer Faruk Dönmez'in son kitabının ana izleği aşk! Dönmez’in Yobaz’ı, sözlerini bu geniş ve uzun ‘yatak’ta söylüyor. Düşüncelerini ve dertlerini, Dosto misali, sertlikle açıklamak istiyor.  En büyük meselesi samimiyettir. Çünkü ruhun samimiyeti huzurdur, der. Esrarını 24 kez okuduğu Tutunamayanlar’dan almış.

Acısı ve neşesiyle, zaafları ve erdemleriyle, açığa vurdukları ve gizledikleriyle, tutarlı yanları ve çelişkileriyle, yani her şeyiyle kendini ortaya koymaya çalışıyor. Rezil olmaktan korkmadan.

İnsanı aptal yerine koyan sistemden memnuniyet duymuyor. Sürekli bir teyakkuz hali var bu günlükte. Güp güp güp güp atan bir kalb var. Bu kalbin yakarışları, duaları…

Keskin bir zekası ve sivri bir dili var Yobaz’ın. Ya da sivri bir zekası ve keskin bir dili… Atay’ın Olric’i gibi Yobaz’ın da Gregor’u ona eşlik ediyor günlüğünün büyük kısmında. Yazar sonra onu tatile gönderiyor. Görevini hakkıyla yapmış olduğuna kani olduğu içindir herhalde. Görevi ne mi onun? Okuyucuyu uyanık ve diri tutmak!

"Bir Yobazın Günlüğü" üzerine bir söyleşi


Bir Yobazın Günlüğü'ndeki metinler başka bir yerde yayınlandı mı önceden?
Hayır. Bu metinler daha önce herhangi bir yerde yayımlanmadı. Zaten bir ‘kitap’ yazma niyetiyle oturup baştan sona yazdığım ilk kitap bu. Önceki kitaplar, değişik dergilerde farklı zamanlarda yayımlanmış hikâyelerin toplanması biçimindeydi.

Bu ismi vermeye sizi neler itti? Çekinmediniz mi, korkmadınız mı?
Çekinecek korkacak bir başlık değil ki bu. Bir yobaz, günlük tutarsa ne olur? Bir Yobazın Günlüğü olur… Fakat bu ismi aslında Dostoyevski’nin ‘Bir Yazarın Günlüğü’ çağrıştırdı bana.

Bu kitabı kimler sevmeyecek sizce?
Sanırım ‘içimizdeki ahmaklar’ ve ‘karşımızdaki budalalar’ sevmeyecek.

Kim onlar?
Cevabı kitapta.

Ömer Faruk Dönmez'in on yıl önceki üslubu ile bugünkü üslubu arasında bir değişme var mı sizce?
Gerçi bu yargıyı vermek bana düşmez ama pek fark yok galiba.

Kendi halinde, sessiz sakin bir yazar olan sayın Dönmez, dergisi ile, kitapları ile bir dava adamına mı dönüşüyor?
‘Kendi halinde, sessiz sakin bir yazar’ iken ‘dava adamına dönüşmek’ derken ne kast ediyorsunuz bilemiyorum. Ben hâlâ kendi halinde, sessiz sakin bir yazarım ve doğduğumdan beri aynı davaya inanıyorum. Hep Aynı Hikâye’de hangi davadan söz ettiysek Bir Yobazın Günlüğü’nde de o davadan söz ettik. Yaşama sebebimiz o.

Dava adamı olmak iyi mi kötü mü?
Başını açıp çalışan hanımlarla, bundan memnuniyet duyan kocalarla, bankalardan kredi çekilerek alınmış evler ve arabalarla, kreşlerde-kolejlerde yetişen internet çocuklarıyla, ‘nasıl olsa bizimkiler iktidarda’ gevşekliği ile, sokaklardaki bu açıklık saçıklığa buğzetmeyi bile ihmal edip ‘işler yolunda’ sanmakla, müslümanlık davasının nereye gideceği sorusu, bizim için ortada duran bir sorudur. Sizce dava adamı olmak iyi mi, kötü mü?

Bünyamin Yıldız
Dünya Bizim
Alıntı sayfası: http://www.dunyabizim.com/omer-faruk-donmez/7607/omer-faruk-donmezin-yeni-kitabi-cikti

21 Ocak 2017 Cumartesi

“Büyüyünce Ne Olacaksın?”

Yine aynı şey oldu. Gerçekle hayal bir kez daha karıştı. Tahmin etmeliydim. Ne çaya damlatılmış ilaç, ne çuval, ne dam, ne korkuluk, ne aşağıda birikmiş bir kalabalık! Parktayım. Aysu hâlâ karşımda. “Nasılsın?” sorusunun n’si dudaklarının ucundan sarkıyor. Gülümsüyor. Bir an önce buradan uzaklaşmalıyım. Eşya ile bağlantıyı koparmamak lazım kardeşim. Tehlikeli şeyler bunlar. Riskli şeyler. Hiç gereği yok.

“İyiyim; fakat acelem var!” dedim telaşla, “Görüşürüz!”

Cevabını beklemeden fırladım. Ulan daha tek kelime etmeden başıma neler getirdin; bir de konuşsam kim bilir neler olur! Hızla uzaklaştım. Yürüdüm. Yürüdüm. İnsanların yanından geçtim, marketlerin, büfelerin, arabaların, otobüslerin, pastanelerin, lokantaların, kahvelerin yanından geçtim, ürkek ama besili kedilerin, kaburgaları görünen aç köpeklerin, çöp bidonlarının, kibirli apartmanların, zavallı gecekonduların, yağmurun, hüznün, acının, kederin, yalnızlığın yanından geçtim, su birikintilerine bastım, yol kenarındaki ağaçların yapraklarını kopardım, ıslak bir dala dokundum, dalların üşüyüp üşümediğini sordum kendime, küçük bir çocuktan selpak aldım, karşı kaldırımdaki bir ihtiyara selam verdim, bir dolmuşa öylesine binip iki durak sonra indim, kitapçıdan rasgele bir edebiyat dergisi alıp ilk şiiri okudum, zırvaydı, öfkelendim, üzüldüm, insanlara baktım, ey insanlar dedim, ey insanlar, nereye gidiyorsunuz böyle acele, size bir sır vereyim ey insanlar, öbür tarafı bir bilseniz, ah bir bilseniz dedim, hafif bir yağmur başladı, sonra yine insanlara baktım, durakta bekleyen yorgun polise; kuyumcunun vitrinindeki beşibiyerdeye özlemle bakan genç kadına; kırtasiyede yazılı kâğıdını fotokopiyle çoğaltan gözlüklü öğretmene; duvar kenarına yığılmış üstü başı perişan zavallı sarhoşa; yağmur başladığı için bardakların üstünü o küçük metal tabakçıklarla kapatıp ‘geldi abim!’ diye bağıra bağıra neşeyle dükkânlara girip çıkan çaycıya; manavdan meyve seçerken bir yandan da taze olup olmadıkları konusunda söylenip duran titiz ev hanımına; gezintiye çıkardığı sevgili finosunun kıymetli ayakları ıslanmasın diye telaşla bir taksi durduran sosyetik teyzeye; ellerinde çantalar ve yüzlerinde gülücüklerle okuldan çıkmakta olan yaşıtlarına buğulu gözlerle bakan siyah saçlı siyah gözlü on yaşında bir ufaklığa; sahafın tezgâhındaki kırmızı ciltli Gazap Üzümleri’ni almaya -ceplerini ısrarla ve utanarak karıştırmasından belli ki- parası yetmeyen mahzun kitapsevere; kolundaki sepete süt şişeleri, sucuklar, ekmekler ve gazeteler dolduran tebessümü kurnaz kapıcıya; bir yandan kızın beline elini ustaca konuşlandırırken diğer yandan -birilerine yakalanmamak için olsa gerek- güneşsiz havada güneş gözlüklerini takmayı ihmal etmeyen tebdil delikanlıya; elindeki fotoğraf makinesiyle akşam altı’ya kadar iyi bir sahne yakalamak zorunda olan bıkkın gazeteciye; mağazadan şık bir oturma grubu alarak çıkan ve eve ne zaman yollanacağını satış görevlisine doksanıncı kez sormaktan yorulmayan doyumsuz kadına; dersane dönüşü pastaneye bişeyler içmek üzere giren siyah deri ceketli ve belde iki üç kat katlandığı için boyu epey kısalmış bordo kadife etekli uçarı lise kızlarına; tablasında Ferdi Tayfur’un eski kasetlerini ucuza satan ve kendisi de Ferdi Tayfur’a benzeyen bıyıklı adama; sağ koluna çorapları sol koluna eldivenleri atıp namaz çıkışı cemaate satabilmek için cami avlusuna giren saçları ağarmış emekli noter kâtibine; şuna, buna, ona, insanlara… insanlara baktım, ey insanlar dedim, ey insanlar!

İnsanlar beni duymadılar.

ÂB-I HAYAT



Bu sayfada, Ömer Faruk Dönmez'in kıymetli bir zâtın sohbetlerini kayıt altına alması neticesinde meydana gelen Âb-ı Hayat adlı kitaptan alıntılar yer alacaktır. 


"İyi, hiçbir zaman orta yere ampul yakmaz, yaptığını göstermek için yapmaz, kuralları söyleyip kaçmaz. Canların elinden tutar. Çünkü o, adalete iman etmiştir, merhamet sahibidir, muhabbet sahibidir, iyi niyetlidir, güzel ahlaklıdır, anlayışlıdır, vicdanlıdır. Derdi de, sırrı da saklar, ortaya dökmez.
İyi, din satmaz, iyilik yapar. Her cana merhametle bakar."


"Böbürlenmeyi bırak. Din satmayı bırak. Bilenler neyi biliyor? 
Kuralları söyleyip kaçıyorlar. Haramdır mekruhtur deyip kaçıyorlar. Farzdır vaciptir deyip kaçıyorlar. 
Bu canların elinden kim tutacak? Bunları karanlıktan kim çıkaracak?
Kaçma.
Bunlar da biliyor zaten haram olduğunu, mekruh olduğunu.
İmanın şartlarını sayıp kaçıyorsun; Allah'a iman, meleklere iman, kitaplara iman. Bunları o da biliyor. Şunları da sayıyor musun: Adalete iman, merhamete iman, muhabbete iman.
İslam'ın şartlarını sayıp kaçıyorsun; namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekat vermek. Şunları da sayıyor musun: İyi niyetli olmak, güzel ahlaklı olmak, anlayış göstermek, vicdanlı davranmak."

"Sorular"




üzgünüm / hüzünlüyüm / el aman

sakallı / huzurlu / vakarlı / bir caminin şadırvanında henüz abdest almış / yüzü serin / doksan dokuzluk firuze tesbihini çekerek ezan-ı muhammediyi bekleyen arifin / bana söyleyeceği şeyler olmalı / ya kerim / ya metin / ya rahim / ya rahman

bana cevap ver

üzgünüm / hüzünlüyüm / el aman

bana söyle / nedir / ellerimde biriken hüznü silkelemenin yöntemi

çaresi nedir için için ağladığım için tutulduğum ince hastalığın

bana söyle / bu dertten ölebilirim / ağrı kesici /
ateş düşürücü ve kas gevşetici öneriyor doktor /
oysa bana his gevşetici lazım / nereden bulabilirim

kurtulmak mümkün müdür bu şizofren çağın nosyonlarından / halüsinasyonlarından / depresyonlarından

ve ikna etmek mümkün müdür münker nekiri / örneğin bahis açsak /
hileli-cilalı borsa çağının hoşgürü trendlerinde / günah enflasyonlarından

kitaplara sığınarak kaçılabilir mi sevmeyi ve sevilmeyi bilmeyen sevgililerin anlayışsızlıklarından / kitaplara kaçırılabilir mi sevgililer / ya da kitaplardan sevgili kaçırılabilir mi tıpkı bir kız kaçırır gibi saraydan / insan bu hengamede kafayı kaçırabilir mi ya da / ne olup bittiğini anlamadan

söyle bana neden / neden ölmeyi beceremez insan /
yapayalnız geçirilmiş bir geceden sonra okunan sabah ezanlarının ardından

bana söyle / herkesin dilekçesinin bir nüshasında ‘aslı gibidir’ yazıyor da / nasıl bir fayda umulabilir / benim arzuhalimin altına ‘yaslı gibidir’ yazılmasından

sigara dumanları deva olmazsa bu kederli yalnızlığa /
ettiğim dualar şifa olmazsa / nedir kendimi bir metropolün
arka sokaklarında fütursuzca vurmaktan alıkoyabilmenin formülasyonu

bana söyle / yüz seksen derecedir diyorlar bir üçgenin iç açıları toplamı
/ ama / kaç derecedir acaba / bir insanın iç acıları toplamı/
hiç hesaplayan var mı bunu

peki aristodan / ya da en iyisi pisagordan bir asist yapsak / kurtulabilir miyiz acaba bu sefil kompozisyonu

söyle bana nedir / yosmadan geçilmeyen bir kentin
sokaklarından kusmadan geçebilmenin yolu

söyle bana ne kadar geçerlidir şimdi / haramdır diye ahkam kesen softanın fetvası / hangi kutsal kitapta yüklenir insanın zayıf sırtına / işlemediği suçların cezası / söyle bana nedir / o yosmaların yeşil gözlerine duyduğum ilginin kimyası

fizik kurallarından haberi var mıdır peki / kafelerde kola içen beli açık kızların / sebep olduklarının farkında mıdırlar acaba / yere dökülmesine gökteki yıldızların

yârçekimi kanununa uygun mudur / bûselik makamında beste çalabilmesi /
tırnakları ojeli hırsızların

neden böyle yakar / yıkar / viran eder / perişan eder / besteler / şarkılar beni
ve hangi yasadışı şarkı / tasadışı edip gönlümü / zarif bir arif kılar beni /


Bir Kitap Bir Balta

“Şu gelen yar olaydı”



Bir parka geçip oturdum. Neydi? Sayıklama Parkı. İnsanlar gelip geçiyor. “Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden/ Soruversem: Haberin var mı öleceğinden?” Kısakürek Necip Fazıl. Sahi ne çok insan var. Öleceğini günde bir kez olsun düşünmeyen insanın kalbi kararmıştır vesselam. O kararmış kalbine dünya sevgisi dolmuştur vesselam. Kalbine dünya sevgisi dolan insan, ahireti unutmuştur vesselam.

Peki ben? Öleceğimi hakikaten düşünüyor muyum? Belki de bir ‘günlük’ tutmalıyım ve her güne şöyle bir not düşmeliyim: “Bugün ölebilirsin: ona göre yaşa!” Bir Yobazın Günlüğü. Seçkin kitapçılarda. Merhaba sevgili günlük… Yok, şöyle daha iyi: Selamünaleyküm sevgili günlük. Hah ha. Amma acayip şeyler geçiyor aklımdan. O değil, dayanamayıp gülüyorum, gören deli sanacak. Güldüğüme bakma teyze, takılıyorum öyle, rahat ol sen. Kalıcı değilim zaten, şu dünyada biraz dinlenip gideceğim. “Şu dünyada bir nesneye/ Yanar içim, göynür özüm.”

"Ortaya Karışık"


Her şeyin böylesine birbirine girebileceğini doğrusu tahmin etmemiştim.

Ortalık bir anda toz duman oldu. Her şey birbirine karıştı. Bu bir rüya mı? Kâbus demeliydim. Evet, bu bir kâbus mu? Küçük bir çocuktum. Ne zaman geldim otuz iki yaşıma? Durum bir hayli karışık aslında. Yağmur yağıyor. Seller akıyor. Arap kızı görevinin başında. Allahım sen aklımı koru. Arkadaşlar da tıpkı o Arap kızı gibi uslu uslu oturup yağmuru seyretselerdi ya! O zaman işler bu kadar karışmazdı. Peki ne yaptılar? Kayboldular. Kim? Arkadaşlar. Nereye kayboldular? Elinin körüne. Efendim? Yaa efendim tabi! Ben de cümle âleme kafa tutuyorum işte. O kadar. İtaat. Kariyer. Saat. Bariyer. Şişli. Sarıyer. Vefa. Cefa. Aman aman, benden uzak dursunlar da. Gölge etmesinler, başka ihsan istemez. Ne Şam'ın şekeri ne Arap'ın yüzü. Yorgan gitti kavga bitti. Yorgan yüzü. Yastık kılıfı. Yoğurtlu patlıcan kızartması. Belirtisiz isim tamlaması. Ne diyorsun? Galiba sayıklıyorum. Bir de, bundan iyisi Şam'da kaysı, diye bir şey var. Sonra Şam fıstığı var. Antep fıstığı var. Şam galiba Suriye'nin başkentiydi. Biraz coğrafya çalışsam iyi olacak. Halep ordaysa arşın burada. Halep nerde? Tahran. Bağdat. Yorgan gitti… Yanlış efendim: bazı kavgalar yorgan gittikten sonra başlıyor asıl.

Cümle âleme kafa tutuyorum!

17 Ocak 2017 Salı

Ömer Faruk Dönmez ile Röportaj


Kitaplarınız, hayatınıza dair önemli ipuçları taşıyor. Fikirlerinizi de açıkça ortaya koyuyorsunuz. Fakat biz yine de şu soruyla başlamak istiyoruz: Sizi yazmaya sevk eden sâikler nelerdi? Hikâyenizin en başında neler yaşandı?

‘Varoluş meselesi’ desem çok mu iddialı bir şey söylemiş olurum? Ama gerçekten de öyle, varoluş meselesini anlamak ve anlatmak istedim hep. Hikâyemin en başında ve en sonunda, kendimi, insanı, hayatı ve hakikati anlama meselesi vardır.

Ehl-i tarik bir dede, yazar şair bir baba, hikâyeci bir dayı; aile ortamınız sizi yazarlık sürecinde etkilemiş olmalı.

Muhakkak. Hamza’da, Yobaz’da, Dervişan’da anlattığım ‘İslamcılığın meseleleri’ bizzat yaşadığım, içinden geldiğim meselelerdir ve aile ortamım, yazarlık sürecimi, hem biçim hem içerik olarak, etkilemiştir.

İlk hikâyeleriniz nerde yayımlandı, kaç yaşındaydınız?

Sevincimi unutamam; ilk hikâyem, on altı yaşımda, Türk Edebiyatı dergisinde yayımlandı, sonra diğer metinler Çınar, Ay Vakti, Atlılar, Huruç dergilerinde.

Ömer Faruk Dönmez ve Mizah



Ömer Faruk Dönmez ismiyle ilk ne zaman karşılaştığımı çok iyi hatırlıyorum. Çok soğuk bir akşamüstüydü. Ankara için bile çok soğuk bir gündü yani, öyle söyleyeyim. Pek yayımlatamasam da, yazmaya çok meraklıydım o zamanlar. Bir dergide öykümün yayınlanması benim için muhteşem bir şey, insanoğlunun varıp varacağı en son noktaydı. Onun için de öykü dergileri alıyor, oradaki yazarların hikâyelerine “Hıımm, bakalım müstakbel arkadaşlarım benim kadar iyi yazabiliyorlar mı” gözüyle bakıyordum. İşte o gün Ankara’nın birahaneleriyle ünlü o caddesindeki kitapçıdan yine bir öykü dergisi alıp otobüs durağına geçmiştim. Otobüs beklerken dergiyi karıştırmaya başladım. Ömer Faruk Dönmez adı çarpınca gözüme, bu ismin bana tanıdık geldiği hissine kapıldım. Tabii ya, bu şey değil miydi? İstanbul’da İmam Hatip okurken üst sınıflardan bir abi vardı. Çok kitap okurdu, bu o olmalıydı. Evet, oydu kesinlikle. Demek ki çok kitap okumakla kalmamış yazmaya da başlamıştı. Helal olsun. Hem de ne güzel bir üslubu vardı. Aynı okuldan “iki tane” yazar çıkması müthiş bir rastlantıydı. İtiraf etmeliyim ki benden güzel yazıyordu. Ne ara geliştirmişti üslubunu böyle. Karısını öldürüyordu galiba öyküde. Yoksa öldürmüştü de onu mu anlatıyordu bize. Hikâyeden aklımda kalan sağlam mizahı ve yazarının dile hâkimiyetiydi.  


Sonra sonra Ömer Faruk Dönmez’le aynı dergide buluştuk. Kendisinin hiçbir zaman İstanbul’da okumadığını, Adana’da ikamet ettiğini, öğretmen olduğunu öğrendiğimde şaşırdığımı belli etmedim. Ömer Faruk Görmez ismindeki sevgili abimin İstanbul’da seyahat acentesi işlettiğinden haberdar olmam ise daha sonradır.

Yobaz Biziz, En Güzel Tarafımızla Biz


Hep Aynı Hikâye, Bir Kitap Bir Balta, Hamza
adlı kitaplarıyla tanıdığımız yazar Ömer Faruk Dönmez'in yeni kitabı, Bir Yobazın Günlüğü adıyla İz Yayıncılık tarafından yayınlandı. “Bir kitap oluşturma niyetiyle baştan sona kaleme alınmış” hacimli bir metin olma özelliği taşıyan Bir Yobazın Günlüğü, gayet akıcı bir üslupla günlük tarzında kurgulanmış, otobiyografik unsurlara da yer veren bir kitap.

“Kimim ben?”

Ömer Faruk Dönmez'in kitabıyla karşılaştığımda zihnimde ilk uyanan şey, Cemil Meriç'in Jurnal'de “kendine” yönelttiği şu soru oldu: “Kimim ben?” Hepimizin adına sorulmuş bu sorunun yanıtı da hazırdı:


16 Ocak 2017 Pazartesi

Hep Aynı Hikâye, bilincinizi ve öfkenizi dipdiri tutacak

Ömer Faruk Dönmez‘in ilk hikâye kitabını okurken kapıldığım kısır döngüyü betimlemeye çalıştım. Kendini korunaksız, sefil, yoz, rezil hissetmek istemeyen okumasın bu kitabı. Çıkış yolunu bulmanın kolay olduğuna inananlar da uzak dursun bu öykülerden. Kazandığına dair inancı sarsılmaz olanlar; siz de okumayın. Bu çağın, kalbini deştiği kişiler! Hep Aynı Hikâye, bilincinizi ve öfkenizi dipdiri tutacak bir eser.

‘Bir kalbi yoksa, insan nereye gidebilir?’

Kaybedenlerin dünyasına hoş geldiniz: Geçmişini, geleceğini, kendini yitirmişlerin nefret dolu yurtsuzluğuna. Hiç birinin ismi yok. Ancak bir harfle işaret edilebilecek kadar yer tutuyorlar bu dünyada. Varoluşlarını korkunç sıkıntılarla farkedebilen kaçıklar bunlar. Kaçmak mümkün mü bizi çepeçevre saran, içimize sinmiş, bizi belirlemiş, kalbimizi ve zihnimizi kölesi kılmış bu hikâyeden? Bir kaç yüzyıldır bizi ele geçirmek için verdiği uğraş, boşa gitmemiş demek ki.

Çünkü hükmetmek ve/ya beğenilmek istiyoruz 

14 Ocak 2017 Cumartesi

"Ben Hamza; kaldırımlarda yürür, ülkemin sorunlarını çözerim"



"Ben Hamza; kaldırımlarda yürür, ülkemin sorunlarını çözerim. Mahcup delikanlıyımdır, fakat acayip de öfkeliyimdir hani. Evet, biz Anadolu çocukları susmayı ve sabretmeyi iyi biliriz. Fakat damarımıza basılırsa, adamın anasını ağlatırız evelallah. Emperyalistlere duyurulur. Aslı gibidir. Mühür ve İmza: Anadolu Çocuğu Hamza."

"Kimim ben? Hamza'yım. Gelin sizi ham yapayım. Dört yıldır sınava giren bir zavallıyım. 21 yaşındayım. İmam Hatip mezunuyum. Hani mahcup ve onurlu çocuk. (Hani koşu bittikten sonra da koşan at..) İşte o benim. Sabah dersaneye, akşam eve giderim. Laf aramızda müthiş kitap okurum. Edebiyatsever. Kitapsever. Ha, bir de reklamsever. (tövbe estağfullah.0 Anladık anladık. Bu hayatın anlamı nedir? Niçin yaşıyoruz? Sen onu söyle. Bu soruya cevap bulamamış milyonlarca ahmak var. Hatta bu soruyu kendine bir kez olsun sormamış milyonlarca ahmak var!"