Kitaplarınız, hayatınıza dair önemli
ipuçları taşıyor. Fikirlerinizi de açıkça ortaya koyuyorsunuz. Fakat biz yine
de şu soruyla başlamak istiyoruz: Sizi yazmaya sevk eden sâikler nelerdi?
Hikâyenizin en başında neler yaşandı?
‘Varoluş
meselesi’ desem çok mu iddialı bir şey söylemiş olurum? Ama gerçekten de öyle,
varoluş meselesini anlamak ve anlatmak istedim hep. Hikâyemin en başında ve en
sonunda, kendimi, insanı, hayatı ve hakikati anlama meselesi vardır.
Ehl-i tarik bir dede, yazar şair bir baba,
hikâyeci bir dayı; aile ortamınız sizi yazarlık sürecinde etkilemiş olmalı.
Muhakkak.
Hamza’da, Yobaz’da, Dervişan’da anlattığım ‘İslamcılığın meseleleri’ bizzat
yaşadığım, içinden geldiğim meselelerdir ve aile ortamım, yazarlık sürecimi,
hem biçim hem içerik olarak, etkilemiştir.
İlk hikâyeleriniz nerde yayımlandı, kaç
yaşındaydınız?
Sevincimi
unutamam; ilk hikâyem, on altı yaşımda, Türk Edebiyatı dergisinde yayımlandı,
sonra diğer metinler Çınar, Ay Vakti, Atlılar, Huruç dergilerinde.
Sinek, Son Görev ve Bay Cezmi C de, ilk
dönem hikâyelerinizden değil mi, kaç yaşındaydınız?
Evet, ilk
hikâyelerimden. Bunları yazdığımda yirmi üç - yirmi dört yaşındaydım.
Sonra Hece macerası başlıyor.
Evet, Hece’de
yayımlanan öyküler Hep Aynı Hikâye adıyla çıktı.
Sizi evvela hikâyeci olarak tanıyoruz. Bu
türü seçme nedeniniz nedir? Hikâye türü hakkında neler söyleyebilirsiniz?
İşte ben biraz
da bu yüzden söyleşi işini beceremiyorum; çünkü yazdıklarımı tekrar etmek
durumunda kalıyorum. Ölü Yazar’da bunları anlattım desem, ayıp olur mu?
Estağfirullah; röportajlara, söyleşilere,
imza günlerine mesafeli olduğunuzu biliyoruz; yazarın, kitaplarında anlattığı
şeyleri, röportajında yer yer tekrar etmek zorunda kaldığı da doğru; ama ne
yapalım, espriyle sorarsak, yazarı sadece okuyalım mı, yazarla konuşmayalım mı?
Aslında
-iyileri tenzih ederim- söyleşilerde ve imza günlerinde, yazar da okuyucu da
bir tür tatmin yaşıyor, ben bunu samimiyetsiz ve marazi buluyorum; hatta bunu
marazi bulduğumu ifade ederken, kendi samimiyetimden bile kuşkuya düşüyorum. Kısa
bir dönem ben de yaptım o hatayı, fuarlarda, imza günlerinde bulundum; ama
baktım hem yazar hem okuyucu açısından durum vahim, yazarlık ‘piyasa işi’ olmuş;
o yüzden mümkün olduğu kadar piyasadan uzak durmaya çalışıyorum. Yoksa ‘yazar
üstün bir varlıktır, okuyucuyla tanışmaz, görüşmez’ anlamında bir şey değil bu.
‘Piyasa işi’ ifadesini biraz açsak?
Fuarlarda,
imza günlerinde, başörtülü kızlarla fotoğraf çektiren İslamcı yazarların
düştükleri komik durumdan bahsediyorum. Sempozyum sempozyum dolaşan, nefesi
kesilene kadar konferanslara katılan, tükenmez kalemi tükenene kadar imza atan,
sırıtmaktan yüz kasları ağrıyana kadar fotoğraf çektiren arkadaşlardan
bahsediyorum. ‘Bu devrin yazarları’ aslında bir hüzün ve yalnızlık mesleği olan
yazarlığın şairliğin ‘tadını çıkarmakla’ meşguller yani. Yazık oluyor. Edebiyatı
magazin konusu yapmamak gerekirdi. Neyse, bunu daha fazla konuşmayalım.
Dervişan’da şöyle bir bölüm var: “Sanat
dergilerinde postmodern öyküler ve eksantrik şiirler yayımlayan; gazetelerde
siyasi, edebi, kültürel metinler yazan; itibarı oldukça düşük fakat tıklayıcısı
epeyce yüksek internet sitelerinde dâhiyane yorumlar döktüren; hatta
televizyonlarda beyin fırtınası tarzında sıra dışı programlar yapan; kitap
sahibi, eser sahibi, titri fevkalâde kalabalık ne de çok yazarımız, şairimiz,
düşünürümüz, akademisyenimiz varmış bizim! Nasıl da donanımlı birikimli bir
aydınlar topluluğu bu böyle Tanrım! Sana şükranlarımızı sunuyoruz! İşte bu
muhteşem aydınlar ordusu sayesinde, iki yüz yıldır ezilen, sömürülen,
aşağılanan Müslümanlar yeniden ayağa kalkacak!” diyorsunuz; müthiş bir ironi,
kast ettiğiniz bu galiba.

Dervişan’da ve Ölü Yazar’da entelektüelleri
bombaladığınız epey sahne var. Peki, tırnak içinde ‘muzır’ bir soru soralım:
kitaplarınız üst üste baskılar yaparken, gazetelerin kitap eklerinde veya
edebiyat dergilerinde, hakkınızda bir tanıtım yazısı, bir değini, bir eleştiri
nerdeyse hiç çıkmıyor. İsim vermeyelim, bizim camianın eleştirmenleri ve
kuramcıları da sessiz kalıyorlar, tabii ki övmek ve beğenmek zorunda değiller,
o zaman eleştirsinler, eksiklikleri, aksaklıkları söylesinler, onu da
yapmıyorlar, bir yok sayma mı söz konusu, bu sessizlik neye alâmet?
Hayra alâmet
olmadığı kesin; ama buraya girmeyelim, yazık, ne yapsınlar, iki arada bir
derede kalıyorlar. İçerden birisi olarak, camianın yanlışlarına temas ediyorum,
zülfiyâre dokunuyorum, mesela iktidarın hatalarını dile getiriyorum; hakkımda
yazsalar, yazık, adeta suçuma ortak olmuş olacaklar, pozisyonlarını ne de olsa
iktidara borçlu oldukları için, bunu göze alamıyorlar; yazmasalar, kitaplarımın
bir kıymeti olduğu yarın iyice ortaya çıkarsa, bu defa, görmezden geldikleri
için zor durumda kalacaklar; hâsılı, işleri zaten yeterince zor, başları
dertte, bir de biz kaşımayalım.
Bizim camianın eleştirmenleri ve
kuramcıları, iktidarın yanlışlarını dile getiriyorsunuz diye sizden
bahsetmekten çekiniyorsa, ‘bilim dünyası’ niçin eserlerinizin iktidarı
destekleyen nitelikte olduğunu söylüyor?
Hangi bilim
dünyası?
Google’da ‘Türk Edebiyatında İslamcı Mizah’
yazınca, Bilkent Üniversitesinde yüksek lisans tezi olarak Hamza’nın ve
Yobaz’ın ele alındığını gördük. Orada, İslamcı mizahın, iktidarı destekleyen
bir nitelik taşıdığı, Hamza ile Yobaz’ın da, edebi kaygılardan öte, İslamcı
ideolojinin bir aracı olarak konumlandırıldığı ve hâkim siyasi eğilimi
yansıttığı söyleniyor.
Evet, haberim
oldu ondan. Yazan arkadaş, sanırım zahmet edip kitapları okumamış bile, şöyle
bir göz atmış ve ‘Olsa olsa, hâkim siyasi eğilimi yansıtıyordur’ önyargısıyla
hazırlamış tezini. Hâlbuki herhangi bir iktidarı desteklemek, felsefi açıdan,
ahlaki değildir, iktidarlardan değil, haktan, haklıdan ve ezilenlerden yana
olmak gerekir. Bu yüzden, prensip olarak, hiçbir iktidarı desteklemem;
doğrularına doğru, yanlışlarına yanlış derim, bu bir. Edebi kaygıya gelince;
kitaplarımda tabii ki edebi bir kaygı güdüyorum ve estetiği gözetiyorum; ama
birinci meselem bu değil. ‘İslamcı ideoloji’ demese de, ‘İslam düşüncesi’ gibi
bir ifade kullansaydı, o eleştiriyi kısmen kabul edebilirdim aslında.
Google falan demişken sorayım; tivitırınız
yok ama feysiniz var bildiğimiz kadarıyla?
Tivitırım da
yok feysim de yok. Benim adıma açılmış bir feys sayfası var, onu da birkaç
öğrencim yönetiyor. Evimde internet de yok zaten. Ayrıca bir yazarın, bir düşünürün,
internette mesaj atması falan, bunlar ayıp şeyler. Dünyamız zaten yalan dünya,
bir de yalanın katmerlisi, sanal dünyada mesaj atmak, görüş bildirmek, bilemiyorum,
yakışmıyor bence.
Hiç mi kullanmıyorsunuz interneti?
Eskiden
dergilere metin yollarken kullanıyordum, o işten de vazgeçtik; şimdi sadece
yayınevine dosya gönderirken kullanıyorum, o kadar, posta kutusu yani benim
için.
Peki bir ‘muzır’ soru daha: İlk iki
kitabınız, Hep Aynı Hikâye ve Balta, estetik açıdan hakikaten de çok güçlü,
nefis metinlerle dolu. Sonraki kitaplarınızda, didaktik olmakla suçlanmayı göze
aldınız; bir makalede bile baş edilmesi zor olan meseleleri, hikâyenin sırtına
yüklediniz. Hep Aynı Hikâye ve Balta’da estetik çıtanızı ortaya koyduğunuz için
didaktik sularda bu kadar rahat seyrettiğiniz söylenebilir mi?
Belki de.
Sanatsever arkadaşları o iki kitaba havale edince, mevzuya daha bir cüretle
girmiş olabilirim, çünkü varoluşla ilgili söylenecek şeyler vardı, İslami
meselelerimiz vardı; ama son on beş yıldır, yani 2000 sonrasında, birbirinin
tekrarı olarak sürüp gitmekte olan bir modern öykü formatı var, ben onun
tasallutuna pek boyun eğmedim; daha çok, giriş gelişme sonuç planına uyan,
karakter kadrosu olan, bir olay örgüsü çerçevesinde gelişen klasik hikâye
yapısını tercih ettim; ama ironi, çağrışım, bilinç akışı gibi, modern öykünün
ögelerini de kullanarak anlattım meselelerimi. Tabi aslında gerçekçi olmak
lazım; en büyük yazarların bile, başka dillere çevrilse de değerinden bir şey
kaybetmeyecek eserleri, yani tematik ve biçemsel olarak ‘evrensel’ çapta
sayılabilecek ürünleri, üçü beşi geçmez; geri kalanlarıysa, muhteva ve üslup
olarak, daha çok ‘yerli / millî /ulusal’ sınırlarda kalır. Adamın bu
coğrafyayla, bu kültürle ilgili meseleleri var, onu anlatacak, ne yapsın? Ben
de o yüzden didaktik sularda bu kadar rahat seyrettim, meselelerimizi tartıştım;
ama bu teori, sonraki kitaplarda estetiğin ihmal edildiği imasını taşıyorsa
üzülerek reddetmek durumundayım.
Hayır estağfirullah, öyle bir ima taşımıyor;
sonraki kitaplarda ‘mevzuya’ girilmiş olsa bile, estetiğin ihmal edilmediğini
biliyoruz. Zaten hikâye hakkındaki düşüncelerinizi Yusuf kıssası üzerinden
anlattınız Ölü Yazar’da. Çıkarımlarınız orda. İslamcılıkla ilgili
düşüncelerinizi Yobaz’da, Hamza’da, Dervişan’da anlattınız, doğru; biz de soru
sormakta zorlanıyoruz aslında, ama hikâyeye geri dönersek; estetik kaygılar son
derece önemli fakat edebiyatın esas meselesi değil; peki nedir edebiyatın temel
meselesi?
Edebiyatın temel meselesi; insanı, hayatı ve hakikati anlamak ve anlatmaktır bence. Bunu estetik kaygıları gözeterek yapar, en güzel biçimde yapar, o başka.
Âb-ı Hayat’a kadar yazdıklarınıza, tür
olarak hikâye diyebiliriz; Hamza’ya roman diyenler olsa da, siz uzun hikâye
diyorsunuz, peki Yobaz, roman mı hikâye mi?
Günlük
formatında yazılmış uzun bir hikâye. Çünkü ben ‘zihniyet’ olarak romana
mesafeliyim.
Evet, oraya geleceğim; hikâye yazıyorsunuz,
şiire tutkunsunuz, romana mesafelisiniz. Yine kitabınızdan bir paragraf
aktarayım, siz ‘aynen öyle’ deyin; Ölü Yazar’da şöyle diyorsunuz: “Son iki
yüzyılda, edebiyat sahasında, şiir, zirvedeki yerini kaybederken, roman, hâkim
edebi tür haline gelmiş; siyasal alanda da, Osmanlıların güçlerini
yitirmesiyle, dünyaya Batılılar egemen olmuştur.” Edebi türlerin dayandığı
siyasi bir alandan gerçekten söz edebilir miyiz?
Bence
söz edebiliriz; hikâye ve şiir bizim kadim geleneğimizde var olan türlerdir,
oysa malûm, roman Tanzimat’la beraber, Batı’dan girmiştir. Şiirin hikmete;
romanın gevezeliğe yakın olduğu söylenebilir.
Gelelim üstatlara. Yazılarınızda ve dost
meclislerinizde saygıyla andığınız isimler var; İsmet Özel, Sezai Karakoç, Nuri
Pakdil, Rasim Özdenören… Bu usta ve öncü yazarlar hakkında ne söylemek
istersiniz?
Hepsine
saygı duyuyorum; fakat geldiğimiz noktada yaptıklarına bakınca, hayal
kırıklıklarım var, rezervlerim var, niye diyeceksiniz, çünkü açıkçası, bir
kısmı devrin sefasını sürüyor, bir kısmı kısır kavgalarda. Şimdi birbirimizi
kandırmayalım, insanlığın bunca meselesi varken, evrensel çapta, devrim
yaratacak nitelikte fikir üreten var mı, yok; sadece kendi taraftarlarına değil
tüm insanlığa hitap edecek bir retorik üreten var mı, yok. Üzerimizde hakları
var tabi, ukalâlık etmek istemem; ama örnek isterseniz, son zamanlarda, mesela Nuri
Pakdil’in, yanlış insanlar tarafından yanlış yönlendirildiğini üzülerek
izliyorum. Bir efsaneye yazık ediliyor.
Modernizmi bir tufan olarak görüyorsunuz. Bu
tufandan kurtulmak mümkün mü? Nuh’un gemisine nasıl binebiliriz?
Her
dönemin bir tufanı olmuştur; bizim tufanımız da modernizm’miş. Nuh’u bulursak,
gemisine biner kurtuluruz sanıyordum; bir üstad buldum, gemisine biner
kurtulurum sandım; ama üstadım bana öğretti ki, her ferdin kendine bir gemi
inşa etmesi gerekiyormuş. Modernizm böylesine soyut ve çok boyutlu bir tufan
olunca, gemi metaforunu da, farklı çağrışımlarla anlamak gerekiyor.
İslamcılığa bazı eleştiriler getirdiniz;
“İslam’ın ideoloji olarak algılanması” belki de en önemli konu. Kitaplarınızdan
sizin İslamcılık seyrinizi takip edebiliyoruz; bugün geldiğiniz nokta nedir?
İslamcılık,
İslam’ın önündeki en büyük engellerden biri olabilir desem, ne dersiniz?
Üstelik bunu, insanlığın kurtuluşunun ancak İslam’la mümkün olduğuna inanan
birisi olarak söylüyorum. Cemaatleri, tarikatleri, hocaefendileri,
şeyhefendileri hep anlamaya çalıştım, kurumsallaşmış yapıları, bu yapılarda
zamanla oluşan donma ve çürümeleri, müktesebatı reddedip Kuran’dan hüküm
çıkarmaya kalkanları, hadisleri yok sayanları, mealcileri, gelenekçileri,
vakıfları, dernekleri, iktidarı, reformistleri, mistik takılanları, rasyonalist
takılanları, bir Müslüman olarak hep anlamaya çalıştım, bu işin doğrusu nedir,
hep anlamaya çalıştım. Gençliğimden bu yana, silahlı mücadele dâhil, siyasî,
ilmî, kültürel, ferdî, kurumsal, her türlü mücadele yolunu kendimle tartıştım,
bilenlerle konuştum, anlamaya çalıştım, hilafet meselesini, devlet meselesini,
fert meselesini, devrim meselesini, toplumdan devlete doğru değişimi, devletten
topluma doğru değişimi, siyasetle uğraşmayıp sırf insanla uğraşmayı, insanla
uğraşmayıp sistemle uğraşmayı vesaire, bunları hep anlamaya çalıştım.
Tarikatçileri pasif bulduğum da oldu, radikalleri duygusuz bulduğum da oldu.
Bunları kitaplarımda hep tartıştım. Bugün geldiğim nokta; iyilik, güzellik,
doğruluk yolunda yapılması gerekenleri, Müslümanlık adını dahi anmadan,
insanlık adına yapmak gerektiğidir. Tabi burda yanlış anlaşılabilecek bir husus
var, hemen tavzih edelim; bu söylediğim anlayışın, ılımlı İslam denen tuzakla
ve hümanizm denen akımla, felsefi ve ahlaki açıdan, hiç ilgisi yoktur.
Âb-ı Hayat’a böylelikle gelmiş oluyoruz.
Üstadın, size yepyeni bir bakış kazandırdığını ve paradigmanızı değiştirdiğini
söylüyorsunuz. Bize biraz üstadı anlatır mısınız? Kitaptan okuduğumuz
kadarıyla, sokakta yaşayan, evsiz barksız, hikmet sahibi bir insan, öyle mi?
‘Tanınmak
ve bilinmek istemeyen’ sıfatını da ekleyelim ki, cevabın çerçevesini baştan
çizmiş olalım. Belki kendisinden bu kadarcık bile bahsetmemize izin vermezdi;
ama ben Âb-ı Hayat’ın birinci cildi yazılırken dedim ki, okuyucular burdaki
hikmetleri benden sâdır olmuş sanacaklar, sizin kurgu olmadığınızı, gerçekten
var olduğunuzu, insanları aldatmış olmamak adına, söylememiz icap etmez mi? Ben
böyle sorunca, tamam o zaman dedi, böyle birisi var diyebilirsin; ama ismi
cismi resmi hakkında pek bir şey söylemezsin dedi. Yani sırrı ifşa etmekten,
sırrı taşıyamamaktan, çiğlik yapmaktan korktum; ama insanları aldatmış olmamak
için, doğruyu söylemek zorundaydım. Üstadımı nasıl anlatabilirim bilemiyorum,
kitabın başında anlattıklarım doğrudur, Harun’la ben, hâlâ da kiminle muhatap
olduğumuzu bilemiyoruz; ama size öyle bir bakış kazandırıyor ki, git gide, kim
olduğunu o kadar düşünmez oluyorsunuz, çünkü anlattıkları öyle çarpıcı ki, kim
olduğu sanki önemini yitiriyor. Belki de bunu özellikle sağlıyor; kendine bir kutsiyet
atfetmeyelim diye, ona güvenip de gayreti terk etmeyelim diye, başkasının
gemisine kaçak yolcu olarak binmeye kalkmayalım diye, bunu özellikle yapıyor.
Hatta geleneğimizdeki büyükleri bile, gözümüzde çok büyütmemizi istemiyor;
“Varlık, hakikate gölge etmesin” diyor mesela; “Ömer’de kaybolma, adalette
kaybol” diyor mesela; “Gazali’den, Arabi’den beklenen, her candan beklenir”
diyor mesela. Laik bir spekülasyon olarak söylemiyorum tabi ama günümüzde genellikle
marazi hale gelmiş olan şeyh – mürid ilişkisini, üstad – talebe ilişkisini
tezkiye ediyor gibi. Daha nasıl anlatabilirim bilemiyorum, ama okuyanların bir
fikri olsun diye, şöyle söyleyebilirim; evsiz barksız, sokaklarda dolaşıyor
olmasıyla, İbrahim bin Edhem’e, zaman zaman yükselen celaliyle Şems-i
Tebrizi’ye, kurumsal tarikatlerin şeyhlerinden ayrılan yönleriyle Ebu Hafs’a
benzetiyorum diyebilirim.
Bizimkiler çeşit çeşit; bir yanda devlet
mekanizmasını ele geçirmeye çalışanlar, bir yanda parti kurup iktidar olanlar,
bir yanda cemaatler, tarikatler, bir yanda cemaatleri ve tarikatleri
reddedenler, bir yanda kapitalizme boğazına kadar gömülenler, bir yanda
sekülerleşen, modernize olan kardeşler, bir yanda kendi mezhebi dışındakileri
katletmeye kalkanlar, bir yanda mezhepleri reddedenler, bir yanda ümmetin
mazlum, masum, aç, yoksul, yurdundan sürülmüş çocukları… Âb-ı Hayat bize hangi
hayattan bahsediyor?
Soru
çok acı ve çok doğru bir soru; ama nasıl cevaplayabilirim ki? Söylenecek o
kadar çok şey var ki, herkesin her şeyi bildiği, herkesin her konuda ahkâm
kestiği bu dönemde, belki de susulacak o kadar çok şey var ki. Adamın biri,
kanalında, mini etekli hatunlarla şarkı türkü eşliğinde din anlatıyorsa; ışid
diye birileri çıkıp din adına kelle kesiyorsa, dünya insanına neyi nasıl
anlatacağız? Ben doğrusu son yıllarda fikren iyice bunalmıştım ve ‘Müslümanlar
dünyaya ne söylüyor, ne teklif ediyor?’ diyordum. Cevapları, üstadı dinleyerek
buldum. En iyisi, okuyucuları bizzat Âb-ı Hayat’ı okumaya davet etmek; ama belki
şu söylenebilir: Kur’an bir yazılım değil, insan da bir robot değil. Yani bu
yazılımı bu robota yükleyelim, gereğini yapsın diye bir şey yok. Bizimkiler
çeşit çeşit dedin ya; tabi bunun rahmet olan kısmı var, zillet olan kısmı var.
Nasıl oluyor da, bir tane İslam varken, bin tane farklı yorum var? İslam barış
dinidir diyorsun, sevgi dinidir diyorsun, adam bu iş için kanal kuruyor, mini
etekli hatunlarla şarkı türkü söyleyerek din anlatıyor; İslam’da cihat vardır, zulme
geçit verilmez diyorsun, birileri başlıyor kelle kesmeye. Bu noktada kişinin
niyeti, ahlâkı, samimiyeti çıkıyor işte ortaya. Dedik ya, din bir yazılım
değildir, insan da bir makine değildir. Makineye yazılım yükler gibi kişiye din
yüklenseydi, insanın niyeti, samimiyeti, ahlâkı, feraseti nasıl anlaşılacaktı? Robotun
samimiyeti sorulmaz. Oysa Allah’ın insandan ilk soracağı şey samimiyet. Robotun
niyeti sorulmaz; sadece eylemine bakılır. Oysa insanın sadece eylemine
bakılmaz; o eylemi yaparken ne niyet taşıdığına, samimi olup olmadığına, niçin
yaptığına, nasıl yaptığına, hangi anlayışla yaptığına bakılır. Meleklerin adeta
yazılımı yüklenmiş nurani robotlar olduğu söylenir mesela. İnsanda irade var,
niyet var, samimiyet var, ihtiyar var. Bir insanın niyetini, ahlâkını, ferasetini,
samimiyetini; ancak onu hür bırakırsan anlayabilirsin. Allah, dileseydi, yoruma
hiç yer bırakmayacak kesinlikte, tartışmasız bir kurallar bütünü olarak da
indirebilirdi bu dini. Tabii ki kesin kurallar var ama zaten mesele orda
çıkmıyor ki; yoruma açık kısımlara gelindi mi, eşek kaçıyor palan düşüyor! İşte
insanın niyeti, samimiyeti, ahlâkı ve feraseti de o noktada ortaya çıkıyor. Senin
niyetin ne kardeşim? İnsana bakışın ne? Hayat anlayışın ne? Nasıl bir tanrı
tasavvurun var? Kelleleri kesilmesi gereken mahlûklar olarak mı görüyorsun
insanları, yoksa bu dünya yalnızlığına düşmüş kardeşlerin olarak mı? Niyetin
insanların selameti mi, yoksa din adını kullanıp benlik dayatmak mı, tanrı
adını kullanıp egemenlik kurmak mı? Despot ve zalim bir tanrıya mı inanıyorsun,
rahman ve rahim olan Allah’a mı? İşte insan ve yaratıcı hakkında sahih bir
anlayışın yoksa, hayat hakkında sahih bir tasavvurun yoksa, güzel bir ahlâkın
yoksa, din senin için afyona da dönüşebiliyor, bir sömürü aracına da, folklorik
bir unsura da. Üstadım, şu üç şeyin önemini öğretiyor bize; iyi niyet, güzel
ahlâk, sağlam anlayış. Robot değilsin, sen insansın, senin sadece yapıp
etmelerine bakılmaz, sadece amellerine bakılmaz. Eylemlerini değerli ya da
değersiz kılan, senin niyetindir, samimiyetindir, ahlâkındır, anlayışındır. Niyeti
iyi olmayan, ahlâkı güzel olmayan, anlayışı sağlam olmayan kişi, dini de,
sanatı da, bilimi de, her şeyi de saçma bir yere çekiyor; dini, bir menfaat
aracına dönüştürebiliyor, sanatı şöhret için, bilimi sömürü için kullanabiliyor
mesela.
Üstadın bizzat sohbetlerinde bulunuyorsunuz,
konuşmaları yazıyorsunuz; kalemle yazıyorsunuz değil mi, bir cihazla kayıt
yapmıyorsunuz?
Yok,
kalemle yazıyorum, tabi yazabildiğim kadarıyla. Kaçırdığım şeyler oluyor,
yetiştiremediğim yerler oluyor, dinlerken hayran olup daldığım, yazmayı bırakıp
dakikalarca dinlediğim oluyor.
Bazen de kendisi ‘bunları yazma’ diyor
bildiğimiz kadarıyla.
Sıkça
‘bunları yazma’ deyip beni durduruyor, ilk ciltte birkaç kez ‘yazma’ deyip beni
durdurduğunu ifade etmiştim, sonra o anları ifade etmeyi de bıraktım, çünkü
sanki ‘size anlatılmayan nice sırlar var’ iması taşıyor gibi gelmeye başladı
bana.
Ama öyle?
Doğruyu
söylemek gerekirse, öyle.
Şuraya gelecektim; kitaptan takip ediyoruz
ama üstadın sık sık dile getirdiği, anlatırken de çok önemli olduğunu
hissettiğiniz hususlar neler?
Bu
soruya cevap verebilmem için Âb-ı Hayat’ı özetlemem gerekir, ama mümkün değil.
Şöyle söylemeye çalışayım: hayat, adalet, muhabbet, merhamet, iyi niyet, güzel
ahlâk, sağlam anlayış, gönül, şefkat, vicdan, inşa… başlıca kavramlar bunlar
sanki; ama sırf kelime olarak değil, bunlar ‘mana olarak’ anlatılıyor. Sırf
elbisesi değil, dışı değil, içi de anlatılıyor yani.
İlk öykülerinizden itibaren, dikkatli
okuyucular, İslami düşünce maceranızı takip edebilir aslında; Balta’da özellikle
Yol ve Ortaya Karışık, Hamza’nın tümü, Yobaz’ın tümü, Dervişan’ın tümü… En
radikalinden en tasavvufî olanına kadar, İslami meseleleri yokluyorsunuz.
Hamza’yı Meczup Amca alıp bir yere götürüyordu, okuyucular soruyordu, Hamza’nın
devamı yazılmayacak mı diye. Böylece, öncekiler ‘sorular’, Âb-ı Hayat, belki de
‘cevaplar kitabı’ oldu, doğru bir tespit sayılabilir mi bu?
Sanırım
doğru. Âb-ı Hayat’tan önceki kitaplarda, hep sordum, anlamaya çalıştım,
cevapların peşine düştüm, hep ihtimalleri ve imkânları yokladım; bunu da,
bilebildiğim kadarıyla, samimi bir şekilde yaptım, bir gruba, bir cemaate, bir iktidara
sırtımı dayayarak değil, ferdî ve samimi bir çaba olarak yaptım; cevapları
aradım ama hak ettim dersem ayıp etmiş olurum tabi, belki de bu çaba, merhameti
celbetti, Allah da lütfetti. Şunu da üstaddan öğrendim: “Sen dik dur, demir
gibi ol, icabında küçük bir toplu iğne de olsan, demir gibi ol, nasip denen
mıknatıs ordan geçerken seni çeker.” Cevapları hep aradım. Aramakla bulunmaz,
ama bulanlar yine de arayanlardır denir ya, öyle galiba. Hakikati buldum gibi
bir ukalâlık yapmak istemem; ama galiba şunu söyleyebilirim: alışageldiğimiz
şeyh portresinin tamamen dışında olan bir üstadın rehberliğinde, seyir
halindeyiz.
Eyvallah, seyrimiz mübarek olsun. Edebiyata geri dönelim: bazı kitaplar
tavsiye etmenizi istesek? Ve okuma yöntemleri?
Kitaplar ve
okuma yöntemleri… Çocukluğumdan bu yana, bıkmadan usanmadan, deli pösteki sayar
gibi kitap okuyan arkadaşlarım oldu; bazısı günde bir kitap bitirir ve
okudukları kitap hakkında en az iki saat konuşabilirlerdi. Oysa benim elimde
bir kitap bazen haftalarca sürünürdü, masamda her zaman, başlanmış ve
bitirilememiş kitaplar olurdu, kimini ancak bir ayda tamamlar, kimini ise yarım
bırakırdım. Bayılarak okuduğum kitaplar da vardı tabi; ama kendimi ne kadar
zorlarsam zorlayayım, kitaplardan, yazarlardan cümleler hatırlayıp konuşmamı
bunlarla daha etkili hale getirmeyi pek beceremezdim; oysa o arkadaşlar, en
ilgisiz gibi görünen mevzuda pat diye Aristo’dan, Gazali’den, Kierkeegard’dan
bir cümle söyler ve herkesi kendilerine hayran bırakırlardı. Bunu, zaman zaman,
hafızamın zayıflığına, zaman zaman, aklımın eksikliğine bağladım; ama yıllar
içinde yavaş yavaş fark ettim ki, okuduğu kitaplardan cümleler söyleyerek
konuşmasını süsleyen ve daha etkili hale getiren kimi arkadaşlar, aslında
kitaplardaki ruhtan, duygudan, incelikten, çoğunlukla habersizdiler; kitabı, yazarı
ve hatta onlardan edindikleri fikirleri, sadece bir nesne olarak görüp, onlarla
sadece dışsal bir ilişki kurabiliyorlardı. Sanırım bu noktada şiirle ilgili bir
sır var. Çok kitap okuduğu halde şiirle sıhhatli bir bağ kuramamış birçok insanda
bu duygusuzluğu ve kabalığı gördüm ben. Deli gibi kitap okudukları halde şiirle
sıhhatli bir bağları olmayan kimi arkadaşlarımın akıl yürütme biçimi -kendileri
‘ilkeli’ demeyi tercih etse de- aslında genelde köşeliydi, hükümlerini
çoğunlukla insafsız bir kesinlikle verirlerdi; bu kadar kitap okuyan birinin
normalde sahip olması gereken esneklik ve kıvraklıktan oldukça uzaktılar. Ancak
nadiren, o da, iki arada bir derede kaldıklarında, esneklikten söz eder ve
esnekliği överlerdi, ama bu da ehlinin gözünden kaçmazdı tabi.
İşin sırrı şiirde yani?
Şiirde değil
gönülde; ama hakiki şiirin, gönül inşa etmekte bir payı olduğu söylenebilir
belki.
Evet, okuma biçimlerinden bahsediyordunuz.
Evet, sonunda
kederle anladım ki, bazı insanlar kitaplardan cümleler ezberler ve bunlarla
ukalâlık yaparken, başka bazı insanlar da, kitapların ruhuyla, yani ana duygusu
ve temel düşüncesiyle ilgileniyorlardı. İlk gruptakiler, geleneğimizdeki ‘kitap
yüklü eşek’ tanımına giriyorlar galiba. İkinci gruptakiler ise, kitaptaki kahramanla
beraber âşık olup acı çekenler, saflar, iyiler yani. Fakat aslında bütün Türk
ve Dünya edebiyatını tarasanız, binlerce kitap arasında, mutlaka okunması
gereken, yetmiş seksen kitap zor çıkar. Bin tane lüzumsuz kitap okuyacağına bu
yetmiş seksen kitabı özümseyerek, döne döne okumak daha doğru olabilir. Önemli
olan, her şeyle olduğu gibi, kitapla da, dışsal, biçimsel değil, içten, candan
bir ilişki kurabilmek galiba.
Batı edebiyatını ve felsefesini defalarca tavaf
etmedikçe adam olunmaz diyenler var.
Halt etmiş onu
söyleyenler. Çalımlarından geçilmeyen bu tımarhane kaçkınları acep ne cevher
yumurtlayacaklar diye kapılarında bunca ziyan zebil olduğumuz artık yeter
arkadaşlar. Gerçi, özellikle 20. yy yazarlarını okumakta hiç fayda yok denemez;
eserlerini değilse de, hayatlarını okumakta fayda var bence. Genel olarak,
1800’lerin sonlarında doğup, 1900’lerin ortalarında ölen bu yazarlar, l. ve ll.
Dünya Savaşının yoğun baskısı altında, korku içinde yaşadılar, eserlerindeki
genel karamsarlığın şahsi sebepleri de vardı tabi, fakat sonuç olarak, fena
halde mutsuzdular; çoğu, ömrü boyunca depresyondan çıkamadı, bir kısmı delirdi,
bir kısmı intihar etti. Rus, Alman, Avusturya-Macaristan, Osmanlı vb.
imparatorlukların yıkıldığı, ulus devletlerin kurulduğu bir zamanda yaşadılar;
büyük yıkımlara ve ümit vaat eden doğumlara şahit oldular.
Yeni sistemler, yeni devletler, Stalin,
Mussolini, Hitler, Atatürk; hep o dönem.
Öyle. Oysa bizim
yüzyılın pek muhterem yazarları, yani çoğunlukla 1900’lerin sonlarında dünyaya
teşrif eden ve muhtemelen 2000’lerin ortalarında ölecek olan, 21. yüzyılın
saygıdeğer yazarları, onlara oranla epeyce şanslıydılar; çünkü dünya çapında
savaşlar yapılmadı, yapılan savaşlar, mahalli, ya da en çok, ulusal çaptaydı;
bilim ve teknoloji alabildiğine ilerledi, arabalarla, klimalarla, cep
telefonlarıyla, televizyonlarla, bilgisayarlarla dolu bir çağa semeri
devirdiler ve bütün bunlar yaşamlarını rahat geçirmelerini sağladı – yani en
azından, bir önceki yüzyılın zavallı yazarlarıyla kıyaslandığında. Fakat büyük
savaşları yirminci yüzyılın yazarları yaşadığı gibi, büyük trajedileri, büyük
tutkuları ve büyük aşkları da onlar yaşadılar, mesela bir kadına, bir ülkeye
veya bir davaya ölümüne ve ödünsüzce bağlanmayı. 21. yüzyılın zavallı
yazarlarıysa, en hafif ifadesiyle, utanç verici bir rehavet içerisinde, küçük
kavgalar, sıradan aşklar, adi komediler, bayağı entrikalar yaşadılar ve küçücük
eserler yazdılar, çapsız, derinliksiz, basit. İpe sapa gelmez meselelerde,
incir çekirdeğini doldurmaz mevzularda, işkembeden atmak suretiyle, kafa
ütüleyip durdular çoğunlukla; büyük fikirlere ve hayranlık uyandıran üsluplara
hiçbir zaman erişemediler. Bu açıdan bakıldığında, 20. yüzyıl yazarları,
eserleriyle değilse bile, hayatlarıyla, dikkate şayandırlar.
Yobaz’da Kafka’yla ilgili bir bölüm vardı,
orda ‘Batılı yazarların hayat hikâyelerini bilmek, içine düştükleri bunalımın
kodlarını çözmek açısından faydalı olabilir.’ deniyordu.
Öyle tabi; ama
yanlış anlaşılmasın, bizim yüzyılın yazarlarıyla kıyas edince, 20. yüzyılın yazarları
daha dikkate şayandır, ama burdan bir yere varacağım, yoksa övmek için
söylemedim deminki sözleri. Dikkat edin, Batılı filozofların ve sanatçıların
biyografilerini okurken en sık rastlayacağınız sözcüklerden biri, kuşkusuz,
‘deha’dır. Bu arkadaşların, zekâyı ve zekânın en ileri düzeyi sayılan dehayı bu
kadar önemsemeleri ‘gönül’ diye bir şeyden haberdar olmamalarıyla çok yakından
alâkalı bence. Peki, zavallı ömrümüzü kendilerine hayran olmakla tükettiğimiz,
burnundan kıl aldırmayan bu saygıdeğer dehalar, insanlığa ne vermiştir? Bu
soruyu dürüstçe sorup, cevapları bulmamız gerek. Eserlerini berbat çevirilerden
berbat bir Türkçeyle okurken aslında fenalık geçirdiğimiz halde, sanattan
anlamayan bir adam olduğumuz düşünülmesin diye, estetik zevk alıyormuş gibi
davranmak zorunda kaldığımız, açıkça zırvaladıklarında bile haklarında gerçek
düşüncelerimizi beyan edemediğimiz, saçmaladıklarını söylediğimiz an,
modernsanatsevici güruh tarafından -hatta dindarsanatseviciler tarafından- gericilikle
ve cahillikle suçlandığımız, ama zamanla, tartışılmaz fikir ve sanat
tiranlarına dönüşüp gitgide bizi biz olmaktan çıkarmaya başlayan, ve esasen,
i‘rabda mahalli olmayan, sadra şifa hiçbir şey söylemeyen ve hatta ocağımıza
incir ağacı diken, bu pek sayın yazarlar, şairler, filozoflar, evet, soruyorum,
insanlığa ne vermiştir? Yunus dururken, Mevlânâ dururken, Joyce’la uğraştık;
deli güllabicisi olduk bunlar yüzünden. Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin,
mutsuz, umutsuz, huzursuz, depresif, agresif, bir kısmı delirmiş, bir kısmı
intihar etmiş olan bu dehalar, ne vermiştir insanlığa?
Hayatlarını okumamızı tavsiye ediyorsunuz,
ama eserlerini değil, doğru anlıyor muyuz?
‘Hayatı ve
eserleri’ ikilemesinde, çoğu okur eserleri önemser; ben hayatları önemsiyorum.
Kimi okuyucular, bu yazarların bütün eserlerini tek tek ve altını çize çize
okudular, pek bir halt anlamadılar, zaten, işin doğrusu, o kitaplarda, anlaşılacak
pek bir şey de yoktu. Tabi, haksızlık da etmeyelim, büyük acılar yaşadıkları
için, o acılardan, o trajedilerden, sanat adına bazı parlak eserler çıkardılar
ama şunu demek istiyorum; insanlığın kurtuluşu için, selameti için, reçeteler
üretemediler. Yani o eserler, reçete anlamında değil de, bir meşguliyet, bir
eğleşme yöntemi olarak okunabilir. İlla okunacaksa, bu bilinçle okumak gerek,
yani kafayı takmamak lazım, zihin dünyamızı, gönül dünyamızı koruyabilmek
lazım; zihni, gönlü bulandırabilecek şeyler var çünkü oralarda. Özellikle bizim
kuşak bu yüzden bir zehirlenme yaşadı, malûm. Ben bu yazarların eserlerinden
genelde birer ikişer tane okumakla yetindim, daha çok, biyografilerini merak
ettim ve hayat hikâyelerini okudukça şunu öğrendim: deha denen şeyin, sahibine
bile bir faydası yoktur, kaldı ki insanlığa bir faydası olsun.
Eyvallah. Okuyucularınıza bir müjde var mı,
Âb-ı Hayat dışında, yeni bir şeyler yazıyor musunuz?
Yok. Üstadım
yazdırdığı müddetçe, Âb-ı Hayat’ı yazmaya devam ederim, onun dışında, büyük
konuşmayayım ama, artık bir şey yazacağımı sanmıyorum.
Neden?
Çünkü
anlayanlar için, üstad söylenecekleri söylüyor, üstüne söyleyecek sözüm yok.
Yazmayı bıraktınız yani?
Bizde ‘yazmayı
bırakmak’ da yazarlığa dâhildir, artistliktir yani. Ben o anlamda yazmayı
bıraktım falan demiyorum; ama yazacak bir şeyim yok, yazamıyorum. Bir de
Dostoyevski ‘Kırk yaşından sonra yaşamak ayıptır’ diyor ya, belki de kırk
yaşından sonra yazmak ayıptır, kurguyla uğraşmak ayıptır. Ayrıca, iyileri
tenzih ederim ama piyasada seviye o kadar düşük ki, o güzelim meseleleriniz, o
cânım acılarınız, muhatapta bir derinlik, bir buut yaratmıyor, sadece bir tüketim
malzemesi olarak kalıyor; bir iç dünyası, bir derinliği, bir gönlü olanlarsa,
zaten sizi okumasalar da, konuya vâkıflar. Bir de öyle bir yere geldim ki;
hakikat, dışardan öğretilebilen, aktarılabilen, nakledilebilen, enjekte
edilebilen bir şey değilmiş, ancak kişinin, kendi iç yolculuğuyla ulaşabileceği
bir şeymiş. Dolayısıyla, hakikati öğretme, aktarma, nakletme iddiasındaki her
kitap, hatta her oluşum, meselenin sadece şekil kısmını aktarmış oluyor,
taklitleri ve ezberleri çoğaltmış oluyor; kişi ancak kendi can özünden
yakalarsa meselenin künhüne vâkıf oluyor. Ne tatlı paradoks; şekilde kalanlar,
taklitte kalanlar, sizi okusa da bir işe yaramıyor; meseleye vâkıf olanlarınsa,
sizi okumasına gerek yok, alacağını zaten seyir halinde, iç yolculuğunda
alıyor. Ha, en fazla, o seyir için, o iç yolculuk için, bir işaret
çakabilirsiniz belki. Bir de, üstadım “Öyle bir şey üret ki, her zamanda, her
mekânda geçerli olsun; sonsuz hayattan al, sonsuzluğa uygun şekilde işle, öyle
ver” diyerek, çıtayı müthiş bir yere koydu, benim de ona takatim pek kalmadı
açıkçası. Yani artistlik olsun diye yazmayı bıraktım falan demiyorum, gerçekten
yazamadığım için böyle söylüyorum; Allah lütfederse yazarım.
Son bir cümle?
Toparlayarak
söylemeye çalışayım: Kendimize bir gönül inşa etmemiz, hayatta ve hakikatte
seyir halinde olmamız ve iyilik, güzellik, doğruluk yolunda her zaman samimi
bir çaba içerisinde bulunmamız gerekiyor.
Teşekkür ederiz.
Ben
teşekkür ederim.
Aşkar dergisi 36. sayı
Ekim Kasım Aralık 2015
Ömer faruk hocamla abı hayatda tanışdım ama ondan öte üstada bayıldım.
YanıtlaSilNe diyeyim allah ikisindende razı olsun.
Varlık hakikate gölge olmasın.
nefis bir roportaj olmuş, her fuarda gözümüz onu arar ama yok gelmez
YanıtlaSilSelamün Aleyküm, Ömer Faruk Bey in iletişim adresini verebilirmisiniz? kitaplarını hiç okumadım ama dunyabizim.com ve başka birkaç yerdeki röportajlarını okudum. Yazdıklarının çoğu konular itibariyle kafamdaki düşüncelerin yapamadığım özeti gibi olmuş. İnşallah kendisiyle düşüncelerimi paylaşmak isterim. E postama göndermek isterseniz e postam sungurcesuroglu.gmail.com
YanıtlaSilVerecek olursanız Allah sizden razı olsun,
Buğra Sungur Cesuroğlu,
Selamün Aleyküm
Kesinlikle aynı isteği duyuyorum, size ulaşıldı mı acaba?
SilMerhaba.
SilGörüş, öneri ve talepleriniz için hikayehepayni@gmail.com adresi üzerinden site editörü ile iletişime geçebilirsiniz..
Bir liseli genç olarak şu röportajı okurken duygulanmamak elde değil. Çağımız da gayet normal karşılanan pek çok şeyi imkanı olduğu halde elinin tersiyle iten namuslu bir Müslüman yazar. Nuri Pakdil'e, Sezai Karakoç'a, Rasim Özdenören'e ve diğerlerine küsüm. 90'lı yıllarda yazdıklarıyla kaldılar. Müslüman gençlik kültürel emperyalizm tarafından işgal edilirken bir köşe de sessizce durdular. (Ya da seslerini duyuramadılar) fakat Ömer hocam, bir daha yazmayarak siz de öyle yapmıyor musunuz: (
YanıtlaSilBende en azından yazarların hayatlarını okumaya önem gösteririm ama sizinkini bulamadım
YanıtlaSilÖncelikle bu güzel röportajda emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz ve severek okuduğumuz yazar hakkında güzel bilgiler edinmiş olduk. Keşke daha önce okusaydım dediğim bir röportaj. Hocanın dil ve anlatımına hayranım ama asıl hayranlık duyduğum nokta, hemen her eserinde özgün bir tarz benimsemiş olması. Bunlarla birlikte yazarımıza bazı eleştirilerim de var. Evet, İslami mizah alanında tanıdığım et yetkin isim. Ama eserlerinde küfür içerikli sözleri kullanmasını kendisine asla yakıştırmıyorum. Bu eserleri neticede öğrencilerimiz de okuyor ve küfür içerikli sözleri önümüze koyduklarında biz mahcup oluyoruz. Acaba küfür olmadan bu iş olmaz mı? Pekâla olur. Ben yazarın, okurdan önce âlemlerin Rabbine karşı sorumlu olduğunu düşünüyor ve bu yaklaşımını hocama yakıştıramıyorum.
YanıtlaSil